Dev bir polaroid karesi: Buffalo ’66

Bazı filmler vardır (tamaaaam cümleye “bazı filmler” diyerek başlayabildiğime göre tam bir film yazısı olacak bu?!) arkadaşlarınızla, sevdiklerinizle kalabalık bir ortamda paylaşarak izlemeniz gereken. Ama aynı şekilde bazı filmler de mevcut, yalnızken izlemeniz daha doğru sayılabilecek…

 

 

İşte Buffalo ’66 yalnız izlemeniz gerekenler filmlerden. Özel bir hazırlığa, çerez depolamasına gerek yok öncesinde. Yani en azından ben yalnızken, karanlıkta izlemeyi tercih ettim. Tabii bu sizi yanıltmasın film hiçbir şekilde depresif bir film değil, aksine hayat dolu bir film. (Yani sadece ben böyle düşünmüyorum tabii ki.)

 

 

Filmin yönetmeni ve başrol oyuncusu Bay Müthiş ve benim bu filmle birlikte pek fazla tapmaya başladığım Vincent Gallo. Bu ince ama hoş Koç burcu erkeği, film boyu bir diğer hasta olduğum nokta olan o güzel ateş kırmızısı deri botlarıyla Billy Brown karakterinde harikalar yaratıyor. (Ki kendisi “herbirşey” ancak modellik kariyeri de pek iyi. Kendisinin hastası olduğum şu çekimine Sonsuza dek yol almak… yazıma tıklayıp ulaşabilir, içinde bulunduğu bir fotoğraf karesine nasıl da etki edebildiğini görebilirsiniz.)

 

 

Hapse işlemediği bir suç yüzünden girmiş ve film boyunca beni deli eden manyak ailesine uzakta bir göreve gönderilmiş olan ajan olduğu yalanını söyleyen Billy, kaçırdığı Layla’ yı ailesine eşi olarak tanıtıyor ve rol yapmasını istiyor. Sonrası biraz Stockholm Sendromu, biraz filmin çekildiği sıralarda 18 yaşında olan ve taşbebek güzelliğine hayran kalınası Christina Ricci, güzel elbisesi,harika ayakkabıları, King Crimson‘dan Moonchild eşliğinde yapılan güzel bir tap dance, biraz bowling, biraz sıcak çikolata ve bolca özgürlüğe kavuşma hissi.

 

 

Filmdeki herkes o kadar harika oynamış ki karakterlerini… Anjelica Huston futbol delisi deli anne rolünde mükemmel (Sadece peruğu 20.000 dolar tutmuş.) Keza, Vincent’in (evet arkadaşım  Vincent) kendi babasından esinlenerek yazdığı eski bir şarkıcı ve öfke kontrolünde zorlanan baba rolündeki Ben Gazzara da öyle. Bu arada belirtmek gerek, filmde Billy’nin babasının söylediği şarkı gerçekten de Vincent’in kendi babasının şarkıcılık yaptığı dönemdeki kayıtları.

 

 

Filmde pek kısa ama önemli bir anda gözüken Rosanna Arquette sinirleri bozmaya yetiyor. (Tabii olumlu anlamda) Yine aynı şekilde pek kısa gözüken -ebedi bebeklerimden- Mickey Rourke, son 15 yıldır yaptığı gibi kısa gözüküp yüksek dozda etkileyerek filmin en akla kazınan yerlerinden birine imza atıyor. Hollywood emektarı Jan-Michael Vincent‘i de unutmamak gerek.

 

 

Film herşeyiyle devasa bir Polaroid karesi gibi. Belki de polaroide olan aşırı sevgimden dolayı bu filmi bu kadar çok beğendim ama hayır. Hayır, hayır asla. Bu sadece öneml etkenlerden biri. Gerçekçiliğine, Billy’nin gerçek bir kötü olamayışına, Layla’nın bir kurban gibi görünüp aslında oldukça cüretkar oluşu nedeniyle biraz da kendimi görmeme vuruldum. (Filmin yemek masası sekansına ayrıca bir başlık açmak gerek belki de)  Kısaca bu dev polaroid karesinde kendim de yer alabildiğim için bu kadar keyif aldım. Eminim siz de kendinizi bu polaroid karesinde bulabileceksiniz. Belki Billy’nin köpeğinin akıbetinde, belki de doğum yaptığı gün maçı kaçırdığına üzülen anne Jan Brown’da ya da Billy’nin arkadaşında…

İyi Seyirler…

 

 

MÜŞRA DEMİR

Zeen is a next generation WordPress theme. It’s powerful, beautifully designed and comes with everything you need to engage your visitors and increase conversions.

Top 3 Stories

Daha Fazla İçerik
Diner kültürü ve bir film üzerine