İstanbul 7 Kasım’da oldukça özel bir ismi ağırlıyor. Hadi böylesine klişe bir cümleden kim olduğunu çıkaramadıysanız ben açıklayayım bir kez daha: Jack White.
The White Stripes‘ın kırmızılara bulanmış olan “herşeyi”, The Dead Weather‘ın karanlığa göz kırpan “herşeyi” ve aradaki diğer projeleri hızlıca geçersek- şimdinin tek başına ayakta duran “herşeyimiz”.
Jack White’ın gayet açık olan parlak yeteneğine rağmen, kolay sevilebilir bir tip olmadığını kabul etmek gerek. Her kolay olmayan insanı sevdiğim gibi bittabi benim sevmekte zorlanmadığım aşikar. Yoksa oturup zaten kanlı canlı tanık olacağımız bir adamın öncesine, kalkıp bir başlangıç yemeği olarak bu yazıyı yazmazdım.
Ama sevseniz de sevmeseniz de bu konserin kaçırılmayacak bir etkinlik olduğunu kanıtlayacak pek çok neden var.
The White Stripes’da yarattığı olabildiğince “taze-genç” atmosfer nedeniyle muhtemelen başlarda unutulmasına kesin gözüyle bakılan müzisyendi. Ama ne oldu, o başta gözlerimizi yakan kırmızıya alıştık -hatta arar olduk-, her albümü başucu albümümüz yaptık ve Seven Nation Army‘nin çalmadığı tek bir an dahi hatırlayamaz duruma gelip; gemilerde kornayla çalındığına dahi şahit olduk. Sahi böylesine muazzam bir tezahürat şarkısı varken elimizde belki de daha fazla yazmaya devam etmemeliyim?
(Bu arada araya reklam girelim, Tom Morello’lu Audioslave cover’ı da ayrıca 15 kaplan gücündedir. Jack White’ı aldatmak isteyeceklere önerimiz olsun.)
15 yaşındayken kariyerini ticaret üzerine yönlendirmeye karar veren, belki de bu yüzden biraz kaba bir tabir de olsa “kendisini satmasını iyi bilen” White; The White Stripes gibi küresel bir grubun dağılmasının ardından durmadı, durdurulamadı. Kendi kurduğu imparatorluktan kovulmuş bir ortak gibi, kendisine tekrardan taze bir başlangıç imkanı sunacak ilk minik mağazasını açtı : The Racounters.
Olumlu yorumlar konusunda rekorlar kırmış olabilirler ama tüm bu yorumların da ötesinde harika bir projedir bu. Tabii ki canlı performansları her Mr. White ayini gibidir o ayrı.
Bu arada düzgün görüntüsüne rağmen alttan alttan tehlikeli bakışlar atmasından dolayı zaten sezdiğimiz o karanlık yönünü de göstermekten çekinmedi. Gerek yumruklarını konuşturup tutuklandı, gerek boşanma partisi düzenleyip duruma farklı bir boyut getirdi, yetmedi üzerine eşi tarafından uzaklaştırma kararı çıkarılmış bir insan oldu…
Tüm bunların da etkisiyle White müziğinde hem karanlık hem aydınlık yönünü en ihtişamlı şekliyle yansıtmaya devam etti.
Kısa ama etkili, hem de süpergrup tarihinin en iyilerinden biri olan The Dead Weather‘la yoluna devam etti. Alison Mosshart‘la aralarındaki elektrik Tumblr kızlarının bloglarına bile konuk oldu.
Jack White çoktan gözümüzde kendisini kanıtlamış, canlı ve hissettiremeyeceği duygu bulunmayan bir rockstardı. Ama 2012 ve sonrasında solo albümleriyle kulaklarımızda yerini daha da sağlamlaştırdı denilebilir.
Blunderbass gibi kısmen alıştığımız tonlardan bir başlangıç sonrasında gelen Lazaretto, muhtemelen ben dahil pek çok kişinin Jack White ismini duyduğunda heyecanlanmasının sebebidir.
Lazaretto‘nun kırdığı rekorlar dışında, Nashville stüdyosundan single’ının 1000 kopyasını helyum balonlarıyla uçurup müzikseverlere ulaştırması bile onu başlı başına özel bir müzisyen yapar. En azından başarılı bir James Bond soundtrack’i üretmiş sanatçıdan daha fazlası olduğu kesin.
Konserde görüşmek üzere…
MÜŞRA DEMİR