” Jim Morrison, Dionysius olarak, bir Yunan tanrısı ruh sıçramasıdır. Apollo‘nun ışığın, temiz düşüncenin, mantıklı düşünmenin tanrısı olduğu yerde; Dionysius hissetmenin, kendiliğinden oluşun, dansın, müziğin tanrısıydı. Dionysius, vücuda kulaklardan müzik yoluyla, ilkel ritmlerle girer ve Jim, Dionysius’u temsil ediyordu. Sahnedeki adam kesinlikle bir deha, bir insan-tiyatrocuydu. Bir oyundan bir diğerine; asla ne olacağını kestiremezdiniz. Bazen bir şeytan, bazen bir ermiş, bazen bir melek, bazen cehennemden bir iblis, kendine Banshee…
Jim gibi bir oyuncu görmedim. Jim oynamıyor gibiydi, tıpkı bir şaman. Geleneksel olarak şaman bir kabilenin adamıydı; kafasında yolculuk yapan, astral bedenini uzaya yansıtan ve bir anlamda kabileyi iyileştiren, türün devamı için, kabilenin güvenlik ve iyiliği için ihtiyaç duyulan şeyleri bulandır. Bu nedenle Jim modern anlamda tamamiyle aynı şeydi. Jim’ in mesajı her insanın bir tanrı olduğuydu, bütün yapılması gereken bunu farketmek.”
Bunlar Ray Manzarek‘in ağzından bir Jim Morrison tanımı. Tüm bu sözlerin üzerine Jim Morrison şöyledir böyledir demenin ancak boş konuşmak olacağını düşünüyorum, hissediyorum…
Eğer yaşasaydı tam da bugün 71 yaşına girecek olan bir insan. Ama onun gibi; geçilebilecek tüm kapılardan geçmiş ve iyi birer öğrenci olmamız halinde bizim de geçebileceğimiz kadarını açık bırakmış biri için “keşke” lerle başlayan bir cümle kuracak değilim. Kendimi sadece The Doors‘a verdiğim o günlerden ve algılarımın kapısında ansızın bir infilak yarattığımdan beri Jim Morrison hep yanımda bir yerlerde, yanımızda…
İyi ki doğmuşsun Lizard King!