Romantizm anlayışımın; Nutella yemeyi kutsallaştıran, sürekli hayatı sorgulayıp Nirvana dinleyen kızlardan bayağı farklı olduğunu kabul edebilirim. Hem de bayağı farklı öyle böyle değil.
Ağlamak olmamalı. Gözyaşlarına boğmamalı. Güçlü ve mağrur olmalı. Hayatın ölüm dışındaki gerçekleriyle ilgili olmalı (hadi amaaaa, sonunda çiftlerden birinin kanserden, veremden, AIDS’ten ölmesinden bıkmadınız mı? Peki ya o “hadi bu yaşamımızın son günüymüşçesine yaşayalım” geyiklerinin sahteliğinden?) Atmosfer, kıyafetler,gerçekçilik… Bunların hepsi önemli etmenler.
Romantik film çok izlemem ama izlediysem ve beğenmişsem de sahiden beğenmişimdir. (Bunlardan bir diğeri için buyurunuz buradan)
Sanırım en sevdiklerim listesinin en tepesine çıkan film, geç tanıştığım 9 ½ Weeks / Dokuz Buçuk Hafta.
İsmi bile “Onu Çok Sevdim”, “Aşkın Gücü” , “Onu Elde Et” gibi saçmalamalara girmemesiyle yeterince gizemli.
Filme gelecek olursak; eşinden yeni ayrılmış ama gayet neşeli, kendisini işine adamış bağımsız ve şehirli kadın profilini Kim Basinger çiziyor (ve film izleyen kız klişesi olarak “ayyyy bhen dheee byleeeee olccaaağğğmmmmm.s.s.s.s krizleri geçiriyorum bu sırada).
Ve siyah paltosunu kendisine yakıştıran (muhtemelen Armani), cazibenin dibine vurmuş erkek olarak ise Mickey Rourke. (Evet kendisiyle ilk kez tanışmam bu filmledir. Ve kendisinin şu anki halini umursamayıp iç güzelliğine odaklanma, beynimde ikonikleştirme ve ilhamlarım arasına katma aşamalarına da bu filmle başladım. Ve evet, kendisinin tüm filmografisini indirme nedenim de bu filmdi. )
Bu Wall Street kurdu John ile bohem ve histerik kadın Elizabeth “dohız bıçık hafta” sürecek ilişkiye başlıyor ve sonra gerisi nefessiz izlenecek bir filme dönüşüyor.
Filmin kendisini direkt tam bir BDSM filmi olarak nitelendirmek mümkün aslında. Ama bunu bayağılaştırmadan ve öylesine sağlam temeller üzerine oturtarak anlatıyor ki, olayla alakasız seyirciyi bile rahatsız etmiyor.
Filmde kullanılan mekanlar ( Özellikle John’un evi rüyaları süsleyecek cinsten; yeterince lüks, yeterince soğuk ve yeterince metalik) harika olmanın ötesinde.
Mickey Rourke “sahip” rolünde duygularını final sahnesinde dahi belli etmeyen suratıyla, Kim Basinger ise sürekli sorgulayan “köle” rolüyle karakterlerine tam oturmuşlar.
Zaten bu filmden sonra her ikisinin de birer seks sembolü haline geldiklerini ve popülerliklerinin bu sayede tavan yaptığını belirtmeye gerek yok.
Sanırım filmi bu kadar çok beğenme nedenlerimden biri de, filmin tonunun sürekli olarak gri-mavi-siyah üçgeninde geçmesi. Bu bile filmi gözümde gerçekten cazibeli kılmaya yetti.
Her sahneye tam anlamıyla uyan müzikleriyle, filmin soundtrack albümü de harika. Tabii ki akıllarda en çok kalan, Slave To Love olacaktır Bryan Ferry’den (adından aldınız siz mesajı)… Tüm albümü çok beğenmekle benim favorim, John’un Elizabeth’i kendisine göre şekillendirmedeki ilk adımı atması olarak sayılabilecek olan, Elizabeth’i alışverişe çıkardığı sahneye eşlik eden Corey Hart şarkısı Eurasian Eyes oldu.
Tüm bunların dışında kült buzdolabı sahnesi ve o andaki halinin basılı olduğu kartpostallarıyla bir dönem tüm hayalleri süsleyen Kim Basinger’ın, Joe Cocker‘dan harika ötesi You Can Leave Your Hat On eşliğinde yaptığı striptiz dahil olmak üzere, filmin tüm anları arşivlik bence.
Elizabeth’in Wall Street’deki kurtlar gibi bir gün geçirmek istemesi üzerine John’un onu smokin ve takma bıyıklarla desteklemesiyle başlayan ve yine kült bir anla biten olaylar dizisi ise en eğlencelilerden.
John karakteri her ne kadar biraz orijinal adam ayaklarında takılsa da, aslında en genel anlamda tüm erkekleri temsil ediyor. Bunu izleyip filmin büyüsünden kurtulunca anlıyorsunuz. Gerçekçi ve zırıldamadan uzak finaliyle tadı damağınızda kalıyor ve yeniden, yeniden izlemek istiyorsunuz.
Tabii ben filmin gazıyla kitabını da aldım. Film aslında Elizabeth McNeill takma adıyla, gerçekten de yaşadığı o dokuz buçuk haftalık süreci kitap haline getiren kadının hikayesi. Kitap çıktığı dönemde bestseller olmuş, ülkemizde de yayınlanmış ama tabii ki film kitabın milyonlarca kez yumuşatılmış hali. Ben kitabı da çok beğendim ve iyi ki aynen sinemaya bu şekilde aktarılmamış dedim. Yoksa estetik açıdan bu kadar harika bir film çıkması konusunda şüphelerim var.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, kitap şimdinin Alacakaranlık’ı, ilkokul seviyesinde yazılmış 50 Shades Of Grey / Grinin 50 Tonu’nundan kat kat iyi. Buradan anlıyoruz ki, Elizabeth sahiden de temeli ve entelektüel seviyesi sağlam bir kadınmış. Yaşadıklarını anlatış şekli, kitabın (ve aynı şekilde filmin de) başındaki o masumiyetini nasıl da hunharca kullandırması ve bundan garip bir şekilde mutluluk duyması, tüm bunlarla birlikte kendisini keşfedişi okumaya değer.
Kısacası dağılmış dumanlı göz makyajı,kırmızı ruju ve kısa saçlarıyla Kim Basinger’ı bir idol haline, siyah paltosu,muzip gülümsemesi ve bakışlarıyla Mickey Rourke’u ise ideal erkeğe dönüştüren bu film, bence tam anlamıyla bir 14 Şubat Sevgililer Günü filmi. Diğer tüm aptal romantik filmlerden daha çok şey katacağına eminim.
Belki de Elizabeth’in John’la tanıştıktan sonra giyimi dahil karakterinde yaşadığı değişimlerle “kadın ilişkisine göre şekillenebilir” in bir şehir efsanesi olmadığını anlayacak veya sınırları ne kadar zorlamanın gerektiğiyle ilgili yeni ufuklara yelken açacaksınız. Her halükarda Dokuz Buçuk Hafta bir nesli etkilemiş, hala yarattığı atmosfer sayesinde moda dergilerinin çekimlerine ismini veren ve kesinlikle basit olmayan bir film. Yani sorun anne babalarınıza. Sorun ya da o jenerasyondan herhangi bir arkadaşınıza… Filmin adını duyduğu an hepsinin sözleşmişçesine “aaaaaaaaaaah ah” demesi tesadüf olamaz.
Ayrıca etkisi sadece Dokuz Buçuk Hafta sürmüyor filmin, geldiği kült konuma bakılacak olursa muhtemelen tüm hayatınız boyunca sürecek bir etki bu…
https://instagram.com/multibabydoll/
https://twitter.com/multibabydoll_
https://www.facebook.com/Multibabydoll/
MÜŞRA DEMİR