Alexander McQueen’in VOSS rüyası

En kibar tabirle hayatımı derinden etkilemiş, ama en gerçekçi ifadeleri kullanmam gerekirse sarsmış, altüst etmiş moda şovları vardır. Sayılıdırlar, kah renk tufanı (Versace ya da John Galliano dönemlerinden bir Christian Dior şovu) kah doğa üstü tonlardadır (Hussein Chalayan) bu şovların başrolleri…

İşte bunlardan biri de benim için Alexander McQueen’in VOSS adını verdiği 2001 İlkbahar/Yaz defilesidir. Koleksiyona ayrı tapmakla birlikte, tanıtmak için yaptığı moda şovu ise her insanoğlunun hayatında bir kez görmesi gereken cinstendir.

Öncelikle koleksiyondan bahsedecek olursak, zaten 2000’li yılların başındaki trendlere bayılan biri olarak bu koleksiyonun da beni tavlaması çok zor olmamıştı. İlk gördüğüm an podyuma çıkacak bir sonraki parça için katlanarak büyüyen bir heyecan duyuyordum, bir sonrakinde de, bir sonrakinde de…

Pastel tonlarında başlayıp giderek havai fişeklere meydan okuyan bir renk skalası vardı koleksiyonun. Sakin başlayıp sonradan kayışları koparmak gibi… Nitekim zaten ağırbaşlı working chic parçalar bir süre sonra mistik bir ayinin şamanlarına dönüşmüşlerdi. Tam da olması gerektiği gibi hafif ama kaliteli kumaşlar, akıp giden formlar, sadeliği merak uyandıran renkler…

Toz pembeler, soft yeşillerden sonra yavaş yavaş gerçek “sanat eserleri”ne geçiyordu koleksiyon; “bu gördükleriniz de bir şey mi?” dercesine. Zaten öyle özel bir koleksiyondur ki bu, McQueen’in alamet-i farikalarından kuş tüylerinin en güzel örneği bu koleksiyonda kendisine yer buldu, sonra da en unutulmaz McQueen tasarımlarından biri olarak tarihe geçti.

Kan revan içinde kalmış bir kuşu andıran bu kırmızı sanat eserinden bahsediyorum. Kendisinin de sonradan ifade ettiği gibi, tüm deri tabakalarının altındaki kanları tek bir elbisede toplamış gibi.

İşte McQueen ile ilgili yegane sorun da budur. Çoğu kişi temkinli yaklaşır, çünkü moda endüstrisi için biraz fazla kaçık, fazla karanlık düşler yaşamaktadır, ya da biraz fazla kanlı olan… Ama ben hep tam tersini düşündüm. Tıpkı sinemada Lars Von Trier’i fazlasıyla eğlenceli bulmam gibi, McQueen’de de ışık ve neşe saçan bir şeyler bulabildim.

VOSS şovunu diğer tüm koleksiyonlardan ayıran en önemli özellik ise, sahiden de kült konuma gelmesi. Tamamı aynalarla çevrili bir kutunun içindeki podyumda şovdan önce ışık yanmıyordu, dolayısıyla tüm seyirciler sadece kendilerini görüyorlardı. “Yaptığımdan gurur duyuyorum. Monitörden herkesin aynalarda kendine bakmamaya çalışmasını izledim. Aynaya bakmak, moda sektörünün en harika parçası, bunu kendilerine karşı kullanmak … Tanrım, sahiden de aykırı şovlar yapıyorum!” şeklinde ifade ediyordu başarısını Alexander McQueen.

Bir şeylerle yüzleşmek? En azından “benliğimizle”? McQueen bu zorlu sınavı kendi eserleri için bir araca dönüştürebilmişti.

Kafaları bandajlı modeller ise ayrı bir önemli nokta. Daha önce de belirttiğim gibi, hepsi  de “kayışı koparmış” rolünü tam anlamıyla yerine getiriyorlardı. Zaten modelleri şovlarında donuk birer askı olarak kullanmanın dışında, zaman zaman da bu şekilde zorlu görevlerin altına sokan tasarımcıları seviyorum. Bana göre modeller bu yeteneğe de sahip olmak zorundalar. Güçlü bir catwalk’un dışında, eğer o kutunun içindeki tüm modeller mimikleri ve hareletleriyle beni büyüleyebildiyse;  gerçekten de koleksiyonu içselleştirebilmişler ve McQueen’i anlayabilmişler demektir.

Zaten podyum dönemin ünlü modellerini barındırıyor ve tabii ki Alexander’ın en yakın dostu Kate Moss’u da…

Kutunun ortasında ise çıplak, şişman ve maskeli bir kadın figürü var. Sonradan öğrendim ki bu kadın, kendi alanında ünlü bir isim olan İngiliz yazar ve gazeteci Michelle Olley imiş. Bu kadının neyi temsil ettiğine dair on binlerce teori var, ama ben hayatımda tanıdığım en iyi fashionista olan annemin teorisine katıldım hep. Kendisi de bir anne kuzusu olan ve ölümünü atlatamayan McQueen’in annesini simgeliyordu bu kadın. Kendi aciz ve estetik dışı görüntüsüne rağmen McQueen’ in beynindekileri sürekli olarak izleyen ve belki de yargılayan bir figür…

Aynı zamanda McQueen’in bu görünümdeki ilhamı  Joel Peter Witkin’in Sanitarium tablosuymuş.

Joel-Peter Witkin | Sanitarium (1983) | Artsy

Bir şov için en önemli olan bir başka özellik ise, müzik. Evet, bu şov bu konuda da mükemmel.

Keşke hala aramızda olsan Alexander…

Final ise gerçek bir kırılma noktası. Bir anda cam kafes çöküyor. Ve –en azından benim için- tüm önyargılarımız, algılarımız, alışkanlıklarımız ve düşünce yapımız da…

Ne diyordum, bu şovu izlemeyen bireyin çok şeyler kaçırdığına adım gibi eminim…

Bu da ilginizi çekebilir>>>

MÜŞRA DEMİR

Zeen is a next generation WordPress theme. It’s powerful, beautifully designed and comes with everything you need to engage your visitors and increase conversions.

Top 3 Stories

Daha Fazla İçerik
İKONİK YÜZLERDEN ZAMANSIZ TASARIMLAR YARATMAK: EZGİ VURAL RÖPORTAJI