Yazmaya çok ama çok uzun zaman önce karar verdiğim, ancak adını bile duymanın beni böylesine heyecanlandırdığı bir film için için seçeceğim kelimeleri düşünürken bile yorulduğumdan bir türlü ele alamadığım bir yapımdı, The Cell. Evet böylesine uzun bir cümle kurabildiğime göre, işte şimdi tam zamanı.
Tarsem Singh zaten ne çekerse çeksin izleyeceğim bir yönetmen. Zekası, hayalgücü, yansıtış şekliyle resmen zihnimde yeni ufuklar açıyor. Aydınlık ve karanlığı harika şekilde tasvir ediyor, yarattığı bu atmosferi, kendi iç dünyama çok yakın bulduğumdan olsa gerek; Tarsem’in filmleri kısaca içimi açıyor. Atmosfer demişken, öncesinde klip yönetmenliğinden geliyor olması (REM’in ünlü Losing My Religion klibi diyeyim siz anlayın) Tarsem’in dünyasına dair fikir edinme yolunda önemli bir bilgi.
The Cell, yönetmenin ilk filmi. Evet o ünlü The Fall filmi belki de kalite olarak çok çok daha ileride bulunmuş olabilir ama The Cell de kült mertebesine ulaşmış bir filmdir.
Filmin konusunu dahi buraya yazmak istemiyorum. Zira film, sıfırdan keşfedilecek yeni bir alan gibi. Başroldeki Jennifer Lopez ismi pek çokları için dev bir önyargıya sebep olmuş, en azından benim okuduğum yorumlar bu yönde. Ama kendisinin aslında oyunculuktan sonra şarkıcılığa geçtiği düşünüldüğünde ve film izlendiğinde bu önyargıdan eser kalmıyor. Zaten film hakkındaki yorumlar “J.Lo var diye önyargılıydım ancak…” şeklinde devam ediyor istisnasız.
Vince Vaughn zaten normalde sevdiğim bir oyuncu ancak kendisini böyle bir yapımda görmek beni şaşırtmadı değil. Keşke hep böyle işlerde devam etseymiş.
Filmin asıl alkışı hakeden oyuncusu ise kesinlikle Vincent D’Onofrio. O katil karizması bir yana, karakterin şeytanilikten çocuk masumluğuna kadar inebilen iniş çıkışlarını o kadar güzel yansıtmış ki hayran kalmamak elde değil. Boşuna bu adama “actor’s actor” demiyorlar. Aynı zamanda heybetiyle de kostümleri harika bir şekilde taşımış. Ayrıca itiraf etmezsem çatlarım, ben bu katile aşık oldum arkadaşlar. Tabii ki cani yüzüne değil, içine. Neyse, izlerseniz anlarsınız.
Kostüm demişken, ikonik tasarımcı Eiko Ishioka‘nın film için tasarladığı kostümleri tanımlamaya kelimeler, kelimelerim, kelimelerimiz yetmez. Zaten bu filmle tanışmam yıllar önce Glamour dergisinin ‘ilham alın’ başlıklı alışveriş sayfalarından birinde Jennifer Lopez’i filmle birlikte ikonikleşmiş o bordo görünümlü karesini görmemle gerçekleşmişti. Her bir kostüm birbirinden harika ama özellikle o maske ve o bordo görünüm… Ek olarak belirtmek gerekir ki, Lopez film için daha içerisinde daha rahat oynanabilecek kostümler yapmasını önermiş Ishioka’ya. Ancak Ishioka daha rahatsız kostümler olması gerektiğini, çünkü canlandırdığı Catherine karakterinin ruhsal açıdan zaten çok rahatsız bir durumda olduğunu söylemiş.
Filmin görsel açıdan etkileyiciliğini onyüzbinmilyonlara katlayan etken ise aslında sanat yönetiminin kusursuz olması. Filmde onlarca sanatçının işi kullanılmış. Belki filmi izledikten sonra buraya gelseniz daha iyi. Ya da boşverin ve şimdi okuyun iştahınızı daha çok açacaksa. Ama sonuç olarak bu açıdan muazzam bir iş var ortada, evet.
Öncelikle Catherine’in Carl ile ilk kez konuştuğu sahne, Losing My Religion klibi referanslı. Ki filmde bu sahneyi klibi hatırlamadan izledim ama neden en beğendiğim anlardan biri olduğunu böylece anlamış oldum.
*The Cell denince akla gelen ilk şeylerden biri olan, parçalarına ayrılan at sahnesi, ünlü sanatçı Damien Hirst imzalı. Bu çalışmasının dışında başka önemli Hirst eserlerine de rastlamak mümkün, boş hücre ya da hücre içindeki ölü kız gibi…
*Çöldeki ağaçlar – Salvador Dali tabloları
*Ölü beden ve oyuncak bebeğe dönüştürme teması – Cindy Sherman
*Serikatilimiz Carl’ın küvette ağzından su fışkırtması – Bruce Neuman’ın “Self-portrait as a fountain” adlı eseri
*Carl’ın kendisini sırtından demir halkalarla asması, Avustralyalı ünlü performans sanatçısı Stelarc‘ın defalarca gerçekleştirdiği bir performans. Carl Starger- Stelarc isim benzeşmesi de aklınızda birşeyler uyandırabilir.
*Peter Novak’ın Starger’ın zihnine ilk girdiğinde havaya bakarak yerde oturan siyahlı kadınlar- Odd Nerdrum’un 1990 tarihli “Dawn” adlı eseri
*Ağır çekimde kan damlasının yere düşmesi – Harald Eugene Edgerton’ ın “Milk Splash” adlı eseri
Starger’ın zihnindeki oyuncak bebekler – Brothers Quay
Catherine’in televizyonda izlediği animasyonda uzaylıların insanlara hükmetmek için boyunlarına taktıkları halka Starger’ın zihninde Catherine’in boynunda var. – Fantastic Planet
*Atın bulunduğu odadan sonra gelen, dev taş merdiven – H.R. Giger “Schacht”
*Köprünün altında bulunan naylona sarılı yüzünde böcekler gezen ceset – Cindy Sherman’ın yüzünde böcekler gezen oto portresi
*Diş hekimi koltuğundaki kadının ağzındaki aparat – Marcel Antunez performansı
*At arabasını çeken kadın – Joel Peter Witkin
*Stargher’ın zihnindeki bebekler – Chapman Brothers:
*Carl’ın küvetin içinde yatan ilk cesedi – David “Death Of Marat”
*Carl Stargher’ın parmağını Novak’ın karnına sokması (Ki bu sahne bence kesinlikle sağlam mide gerektiren bir sahne) – Caravaggio “Kuşkucu Thomas”
*Catherine’in küçülmesi ve aşağıya düşmesi. Albino köpeği catherine’e yol göstermesi – Lewis Carroll “Alice Harikalar Diyarında”
*Havada asılı duran içinde insan yüzünün görüntüsü olan küp – Nam June Paik
*Tahtta oturan Starger – Francis Bacon “Study After Velasquezs Portrait of Pope Innocent”
*Uğur böceğinin ağır çekimde yaprağın üstünden düşmesi – Claude Nuridsany, Marie Pérennou “microcosmos”
*Starger’ın ilk cesedinin olduğu küvetin olduğu oda – Jan Saudek’in birçok fotoğrafında kullandığı çalışma odası
Bu liste daha böyle uzayıp gidiyor, ki bu bilgilerin tümüne ( ya da daha çok vardır herhalde bir kısmına diyelim) bu linkten ulaşılabilir.
Filmle ilgili pek çok yerde Inception benzetmesi yapılmış. Yani tabii ki zaman açısından baktığımızda Inception aslında buna benziyor olabilir. Christopher Nolan’ı yere göğe sığdıramayan günümüz insanlarından hiç olamadım. Dolayısıyla Tarsem’in yıllar içerisinde kurabildiği bu evren döver geçer diyorum.
Bununla birlikte 2000 yılında yapılmış bir film için günümüzde hala izlenebilen efektleri var. Director’s Cut versiyonunda Carl’ın kendisini halkalarla asmasıyla başlayan mastürbasyon ritüelinin, sinemalarda gösterilenden daha uzun hali var. Evet tabii ki bu da sağlam mide gerektirenlerden.
Psikoloji altyapısıyla, görselliğiyle, atmosferiyle kesinlikle izlenmesi gereken bir film. Filmden yola çıkarak kendi bilinçaltımda yolculuğa çıkmanın nasıl bir şey olacağını, görsel açıdan ne derecede tatmin edici olacağını düşünmeye başladım… The Cell‘i izleyin, daha sonra The Fall‘da görüşelim…
MÜŞRA DEMİR