15 yıl öncesi, deli gibi Dream TV izlediğim, Blue Jean dergisini okumayıp yediğim yıllar… (İnanıyorum ki bir koca nesil için durum böyleydi) İşte tam o yıllara denk gelen era “emo rock”, kapak çocukları My Chemical Romance, şaşaalı marşları ise The Black Parade albümü.
Teenage çağıma denk gelmesi, görsel estetiğiyle zihnime kazınması ve Gerard Way ile erkek zevkime yüce katkılarda bulunmasıyla bile The Black Parade albümü; hazır yıl dönümü de gelmişken bu sitede bir saygı duruşu hak ediyordu.
Emo’nun tanımı, kuşkusuz ki kiminle konuştuğunuza bağlıdır. Erken-orta yaşlarda reşit olan çocuklar, “emo”yu, Fall Out Boy, Hawthorne Heights, Panic at The Disco gibi bol çengelli iğneli, vokal olarak kıstırılmış, aşırı duygusal, pop-punk-vari gitar grupları için her şeyi kapsayan bir argo olarak biliyorlardı. Dönemin ünlü dergilerinin kapaklarını süsleyen huysuz, ara sıra pasaklı gençlerden oluşan grupları hatırlayın: Bazıları makyajlıydı ve hepsi siyahtı; bazıları ise makyaj yapmıyordu. Bazılarının görsel estetikleri hakkında bir mizah anlayışı vardı; bazıları ise çabalamıyordu bile. Emo sahnesinde bu “yenilerin” ataları American Football veya Sunny Day Real Estate gibi daha eliptik gruplardan ziyade, Take Back Sunday veya Saves the Day gibi daha sofistike gruplardı.
Dışarıdan bakıldığında bu emo markası, gençlerin duygusal narsisizminden yararlanan ve daha da önemlisi, oturup nasıl çözeceklerini bilmedikleri sorunlar hakkında şarkılar yazan başka bir grup mezhebi gibi görünüyordu. (Radyo yayınları açısından, en yakın öncülleri Weezer, Blink-182 ve Green Day gibi gruplardı.) Yine de, öncüllerinin kaygılarını bir çentik daha artırdılar; Romeo ve Juliet gibi onlar da aşkı ancak öbür dünyada çözüm bulabilecek şiddetli bir kargaşa olarak gördüler. Take Back Sunday’in “Eğer boğazımı kesebilseydin / Son nefesimle, gömleğindeki kanama için özür dilerdim” gibi sözleri, her şarkıyı dolduran duygusallığı karakterize ediyordu. Bahisler ya hep ya hiçti.
My Chemical Romance, “emo” çatısında bazen sırıtsalar bile, bu sahneye doğal olarak yerleşti.Grup, Gerard Way tarafından New York şehir merkezinde çalışırken ilk elden gözlemlediği 11 Eylül saldırılarını takip eden haftalarda kuruldu. 2005 tarihli bir kapak hikayesinde SPIN’e “O sabah kafamda bir şey oluştu” dedi. “Kendi kendime kelimenin tam anlamıyla ‘Bodrumdan çıkmam gerek’ dedim.” Saldırılardan kısa bir süre sonra, grubun üyelerini New Jersey’de topladı.
2002’de ilk albümlerini çıkardıktan sonra, 2004’te kulağa “Heathers”ın müzikal versiyonu gibi gelen” Three Cheers for Sweet Revenge ile dikkatleri üzerine çektiler. Onları emo akranlarının çarpık dinamiklerinden farklı kılan; büyük, melodik gitar lead’leriyle dolu pop esintili punk şarkıları ile flört ve ölüm hakkında duygularla dolu, huzursuz sözleriydi. Videoları abartılı ve ilgi çekiciydi.
Başarıları ardı ardına sıralandığında gayet netti; bir yıl içinde albümleri platin statüsüne erişti, videolarını saat başı MTV’de izlemek mümkündü ve ulusal dergi kapaklarında onlar vardı. Ama artık zaman “daha da büyük olma” zamanıydı. Grup, CV’sinde Green Day ve Jawbreaker gibi grupları bulunduran süperstar yapımcı Rob Cavallo ile çalışıyordu. 2010 yılında bir SPIN röportajında gitarist Ray Toro, Cavallo’yu bir grubun önyargılı sınırlarını ortadan kaldırmada “usta” olarak nitelendirdi. Asi isyancılardan gişe rekorları kıran manşetlere geçişlerini yönetmek için mükemmel bir insandı.
Aynı şekilde, Gerard Way de bu tür dramatik hırslar için mükemmel bir araçtı. Ömür boyu bir çizgi roman hayranı olarak; samimi duygular hakkındaki monologları, şeytanların ve kan içenlerin karikatürize edilmiş tasvirleriyle, camp havası taşıyan ama ciddi anlatılara dönüşen sözler yazdı “Sil o makyajı, içinde umutsuzluk var,” diye hırlıyordu açılış şarkısı “The End”de. Olayın içerisine keskin elmacık kemikleri ve ağlayan gözlerle tamamlanan duygusal yüzü de eklenince, hayranları onun şarkıları eşliğinde şeytanlarıyla empati kurmaya hazırdı artık.
Ve tüm bu etmenler, bu ay 15. yılını kutlayan The Black Parade albümünü, ölüm takıntılı gençlerin stadyum marşına dönüştürdü. Grubun o dönemdeki askeri stili de, bu “era”yı ikonik yapan elementlerden biriydi.
Way, grubun enstrümantal itici gücünü sağlayan Ray Toro ve Frank Iero’nun ikiz gitar saldırısının önünde harika bir lider ve poster çocuğuydu. Cavallo, Alternative Press’e, “Gitar parçalarını izole ederseniz, birbirlerine çarptığını duyabilirsiniz” diyordu o dönem.
The Black Parade albümüne gelince; tümü umutsuzluk, ölüm ve yalnızlıkla boğuşan opera şarkılarıydı özünde.
Albümün ilk single’ı “Welcome to the Black Parade” idi. Neredeyse Rock tarihinden gelen tüm parçaların ustaca bir kurgusuydu: etkili bir söz+beste birlikteliği, piyano güdümlü ağıt; sürükleyici bir pop-punk şeytan çıkarması, Gerard Way’in kayıpla başa çıkmayı öğrenmek için feryat ettiği, yükselen vokallerle dolu devasa bir outro… Kelimeyi bağışlayın, ama gerçekten “destansıydı”, Y kuşağı için yeni bir “Bohemian Rhapsody”ydi bile denebilir. Grubu, korkunç bir ana caddede yürüyen bir geçit töreni için gotik büyük mareşaller olarak gösteren video, onlara otorite ve varlık verdi. Artık yeraltından gelmiyorlardı; akıma öncülük ediyorlardı. Billboard listelerinde Justin Timberlake’in “My Love” şarkısının hemen arkasında 9 numaraya kadar yükseldi ve grubun en büyük hiti oldu.
Emo ortamı o dönemde çok sayıda harika albüm üretti (çoğu benim tarzım olmasa da), ancak The Black Parade kuşkusuz ki hepsinden bir kaç gömlek üstündü. My Chemical Romance; aşırı müzikal yaklaşımları ve özenli kostümlü estetikleriyle, belki de kalpten kopan duyguları yansıtan en iyi çağdaş gruptu. Grup, modern zamanlar için performatif rock n’ roll geleneğini güncellerken, nesiller arası bir bileşen de koyuyordu ortaya. Sonuçta Bowie yaptı; neden millenial’ler de yapmasındı?
Ancak The Black Parade albümü o zamanlar beğeniyle karşılanmasına rağmen, diğer klasik albümlerle aynı itibarı kazanmadı. Rolling Stone, Pitchfork, Stereogum, Billboard, Paste, Complex, NME ve SPIN gibi “müzik eleştirmenliğinin nirvanaları” tarafından yönetilen 00’ların en iyi albümleri listelerinde neredeyse tamamen göz ardı edildiler.
Makyaj ikonu müzisyenlerimize gelince; My Chemical Romance grubu KISS olamayacak kadar ironik ve cinsiyetsiz, Bowie olamayacak kadar havalı ve aseksüellerdi. Bu yüzden basmakalıp emo paketiyle karşı karşıya kaldılar.
Bu çocuklar; daha önce hiç bu kadar açık ve net olmayan, çoğu zaman nüanssız, kronikleşen duyguların yüzü olarak bir anlamda çığır açıyordu. LiveJournal’ınıza “üzgün hissetme” durumu ekleme ve bir arkadaşınızın yorum yapmasını beklemenin yalnız süreci; Myspace’deki en iyi arkadaşlarını yenilemenin duygusal tartışması; lise aşkının kişisel blogunu okumanın gizli heyecanı gibi… Gençler her zaman bağlantı kurmak ve “hissetmek” istemiştir, ancak bu dürtüler şimdi yeni ve tuhaf hissettiren bir şekilde kesişiyordu. Bilinçli ya da bilinçsiz, emo grupları bu geçiş anının ruh halini her zaman popülizm olarak kodlanan şekillerde yakaladılar.
Yıllardır klişe “Rock Öldü mü?” sorusunu duymak, her müzikseverin kaçınılmaz kabuslarından biri. Gerçek bir argüman olarak, açıkçası bu doğru değil. Şu anda, liste performansını veya Metacritic ortalamalarını çok fazla umursamayan binlerce hayran için müzik çalmaya başlayan düzinelerce yeni grup var. Mesela Neil Young bu konuda çok haklı; isyan ve kalp kırıklığı tükenmez kaynaklar olduğu için rock n’ roll asla ölmeyecek ve her zaman gitarda ustalaşma olasılığına ilgi duyanların ya da sadece bir tanesini ezberlemenin pratik olduğu gürültülü şarkılarla kendini gösterecek.
Öyle olsa bile, baskın müzik pratiği olarak rock n’ roll, en azından Bush Jr. yıllarından beri zayıflıyor ve bunun bir nedeni var: Tarihsel olarak beyaz erkeklerin egemen olduğu bir tür olan rock n’ roll mitleri, artık daha az değerli. Pop, R&B, rap, elektronik ve diğer birçok ses aracılığıyla daha modern fikirleri keşfeden pan-etnik, pan-cinsiyet estetikli bir dinleyici kitlesi var. (Gitarlar da pahalı ayrıca.) Ancak rock n’ roll’un neler sağladığını hatırlamanın bir değeri var ve hala onu anlamaya çalışan gençlere bu değeri sağlamaya devam ediyor. Gürültüyle, uğuldayan gitarların ve gümbürdeyen davulların uğultusuyla çevriliyken, çığlık atmak için daha güçlüsünüz ve gürültüde, sizin gibi diğerleriyle bir bağ hissediyorsunuz. İşte My Chemical Romance’in “The Black Parade”i bunu hissedebildiğiniz son albümlerden biriydi.
Öyle ya da böyle; My Chemical Romance; rock müzik tarihinde “son popüler era”lardan biri olan emo rock’a önderlik etti ve The Black Parade ile bir neslin -özellikle de benim neslimin- hem işitsel hem görsel hafızasında silinmeyecek bir iz bıraktı. Sonuçta bireysel olarak çok başarılı işlere imza atmak ya da deha olmak çok ayrı bir şey; aynı dönemden günümüze gelmiş yüzlerce bu şekilde “dönemin genç yeteneği” var ancak bir dönemi açmak ve bu hareketin başında yer almak çok kıymetli. Ve ben o dönemi görebildiğim için şanslı hissediyorum.