Bolca İlham Bolca Rock N’ Roll: Almost Famous

İzlemekte geç kaldığım bir film, yazmakta daha da geç kaldığım…

Almost Famous’tan bahsediyorum. Rock N’ Roll’un dünyayı değiştirebileceğine inanan bir adamın, Cameron Crowe’un yönettiği ve bu hayale herkesten daha da çok inanan, aralarında benim de bulunduğum bir kitlenin başucu filminden.

Adını hatırlamadığım bir dergide afişini gördüğüm an aklımın bir köşesine not ettim, edinip izlemem ise birkaç yılı buldu. Neyse ki sonunda bu harika filmle tanıştım.

Cameron Crowe zaten hemen her işini sevip, takip ettiğim bir isim. Kaldı ki, bana göre gelmiş geçmiş en iyi işi bu. Yarı otobiyografik denilebilir Almost Famous için. Zira filmde 15 yaşında, tanıştığı plaklarla birlikte hayatının merkezine koyduğu Rock N’ Roll ve müzik yazarlığı işinin peşinden gidip büyük bir şansla bir grupla turneye çıkma şansı yakalayan William (ya da filmde grubun onu çağırdığı isimle The Enemy!); bir noktada eski bir Rolling Stone yazarı olan Cameron Crowe’un ta kendisi!

Cameron bir kendi gençliğine selam çakarken.

Filmdeki Stillwater grubu (ne grup ama!), Cameron Crowe’un da turneye çıktığı ilk grup olan The Allman Brothers’tan esinlenilmiş. Grubun  merkezindeki iki elemanın; Jeff(solist) ve Russell(gitarist) arasında yaratmaya çalıştığı Robert Plant/Jimmy Page dinamiğini yok sayarsak; Russell da aslında Eagles gitaristi Glenn Frey’den ilhamla yazılmış bir karakter. Zaten film daha önce de belirttiğim gibi yarı (hatta belki yarıdan da fazla?) otobiyografik olduğundan her karakterin esin noktasını çıkarmak güç değil.

Ah Stillwater, güzel Stillwater!

Filmin referansları, göndermeleri, kıyafetleri, oyunculukları derken büyülenip olduğunuz yerde kalmanız olası. Ve defalarca izlemeniz de. Tabii ki belirtmek gerek, filmin sinema versiyonu değil de yönetmenin kurgusu versiyonu izlenmeli. İki buçuk saatlik süre sizi korkutmasın; nasıl geçtiğini anlamamakla birlikte, daha çok ayrıntı yakalanıp daha çok etkilenmek mümkün. Ben ilk önce sinema versiyonunu izleyip, daha sonra 2 buçuk saatlik halini izledim. Pişman olmadım, sanki hazine bulmuş etkisi yarattı bu durum bünyemde! Uncut versiyonun adı Untitled olarak geçiyor olabilir, zira Crowe’un film için ilk düşündüğü isim buydu. Ancak daha sonra stüdyonun baskıları sonucu Almost Famous ismini koysa da yine de istediğini yapmış, Untitled ismini koymuş Crowe!

Groupie’lerden Sapphire’in  “does anyone remember the laughter?” şeklinde bağırıp odaya dalarak, Led Zeppelin’in 1973 tarihli Madison Square Garden’daki kült konserine gönderme yapması bile; filmin ne kadar özenli ve bu tarz filmler arasında bir hazine sayılması gerektiğinin kanıtı.

Her karakter için belki de hayatınızın belirli dönemleri için bu tanımı kullanmanız mümkün ama hadi şöyle diyelim, William, daha yolun başında olan bir “hepimiz”. Hep yaşından büyük davranmak zorunda bırakılmış,farkında olmadan erken olgunlaşmış ve ancak o rock evrenine girebildiği dakikadan itibaren yaşı gibi davranıp kendisini ve duygularını olduğu gibi açığa çıkarabilen bir çocuk! Tüm bu otoriteye dayanamayıp kaçan ablasına oranla daha sakin olmasına rağmen, ablasının ona bıraktığı plaklarla birlikte tüm hayatı değişiyor.

Bu arada tekrar konuyu bölmem gerek, William’ın yatağın altından çıkardığı plakların hepsi Cameron Crowe’un küçükken dinlediği, kendisine ait plaklar.

Creem dergisi, amatör yazılar derken beklediği teklif Rolling Stone dergisinden geliyor. Fikir ise William’dan çıkıyor, “Stillwater ile röportaj yapmak!”

Tabii ki en klişe tabirle “işler beklediği gibi gitmiyor”, grupla birlikte şehirden şehre savruluyor. Peki biz izlerken William gibi röportajı bir türlü tamamlayamamasının sıkıntısıyla bu durumdan rahatsız mıyız? Hayır!

Her karakter ayrı ayrı sevilesi, ayrı ayrı hayran kalınası şekilde işlenmiş. Uzaklık dinlemeden, şehirlerarası bile olsa oğlunu arayıp “uyuşturucu alma” şeklinde uyaran ve ders verdiği üniversitede rockstarların oğlunu kaçırdığını iddia eden anne Frances McDormand, o dönemin macera peşindeki özgür kadınını harika yansıtan ablası Zooey Deschanel, sık sık arayıp fikir aldığı ve yakın zamanda ölen usta Philip Seymour Hoffman

Gruptaki her eleman, özellikle Jason Lee ve Billy Crudup gerçekten de o dönemin rockstarları gibiler. Gerçekten böyle bir müzik grubu olsa, müziklerine dahi bakmadan sırf kızsal güdülerle hayranları olurdum, sırf Billy için, evet. Öhm…

Kaldı ki bu kadar gerçekçi görünmelerinin bir başka sebebi, gerçek bir grup gibi görünmeleri için haftanın 5 günü gecede 4 saat hep beraber prova almaları. Gerçekten bir grup olsalar şimdiden milyonlarca hayran garantiydi bence!

Russell ‘ın yani Billy Crudup’un bu filmdeki görüntüsü ise bence kesinlikle ikonik.  Bana tarz olarak Tony Iommi’yi anımsatmakla birlikte; giydikleri, duruşu, hali tavrıyla gerçek bir rockstar.

Bu filmdeki varlığıyla ikonik hale gelen bir başka isimse Penny Lane yani Kate Hudson. Bu rol için daha öncesinde pek çok isim düşünülmüş ancak Kate Hudson sonrasında daha iyisinin olamayacağı anlaşılınca rolü almış. Kesinlikle doğru seçim diye düşünüyorum. Aynı zamanda Penny Lane filmdeki giyim tarzıyla da benim için gerçek stil ikonlarından biri.

     

  

Aslında filmdeki herkes moda konusunda sınırsız ilham kaynağı olacak derecede harika giyiniyor. Ah 70’ler…

                              

Bir diğer harika nokta, filmin konser sahnelerinin harika olması. Size gerçekten de 70’lerden bir grubun konser DVD’sini izliyormuş hissi veriyor.

Tişörtünde neredeyse bütün şarkı sözleri yazılı Led Zeppelin hastası çocuktan, Groupie’liği Band Aids olarak yenide yorumlayan dahi kızlara… Ah söyleyecek o kadar çok ayrıntı var ki…

İşin duygusuz ve ticari yöne kaydığını temsilen gelen menajer rolünde Jimmy Fallon ise ayrı bir olay  zaten.

Tabii tüm bunların arasında, filmde de kendisine seslenildiği bebekyüz lakabını hakeden Patrick Fugit kesinlikle 18 yaş için harika bir performans çıkarıyor. Aslında seyirci bu filmde, bir noktada William’ın karakterinin yerinde. Zira biz de bir nevi William gibi başka bir dünya, yeni ve taze bir evren keşfediyoruz. Eğleniyor ve üzülüyoruz. Belki de ruhumuzun başka yönlerini başka karakterlerde de yer yer buluyoruz. Sürekli coşku halinin hüznünü, Penny Lane’in boş konser salonunda kağıtların üzerinde kayarak göstermesiyle; aslında takındığımız olgun tavrın yeteri kadar yorucu olduğunu ve rock n’roll un çocuksu ve masum bir tavır üzerine kurulu olmasının ne kadar harika bir şey olduğunu bir kez daha anlıyoruz.

Duygular,duygular, duygular…

Peki bu duygulara eşlik eden bir o kadar harika şarkılar? Sırf soundtrack albümündeki şarkılar yüzünden bayağı pahalıya gelmiş bir filmden söz ediyoruz…. Filmin Soundtrack albümünün tracklist’i şu şekilde efendim:

01 America – Simon and Garfunkel
02 Sparks – The Who
03 It Wouldn’t Have Made Any Difference – Todd Rundgren
04 I’ve Seen All Good People: Your Move – Yes
05 Feel Flows – The Beach Boys
06 Every Picture Tells A Story – Rod Stewart
07 Mr. Farmer – The Seeds
08 One Way Out – The Allman Brothers Band
09 Simple Man – Lynyrd Skynyrd
10 That’s The Way – Led Zeppelin
11 Tiny Dancer – Elton John
12 Lucky Trumble – Nancy Wilson
13 I’m Waiting For The Man – David Bowie
14 The Wind – Cat Stevens
15 Slip Away – Clarence Carter
16 Something In The Air – Thunderclap Newman

17 Stillwater-Fever Dog
18 Stillwater-Love Thing
19 Stillwater-Chance Upon You
20 Stillwater-Love Comes And Goes
21 Stillwater-Hour Of Need
22 Stillwater-You Had To Be There

Film için kaydedilen parçalarda Pearl Jam gitaristi Mike McCready de katkıda bulunmuş. Keza Crowe’ un efsanevi Heart elemanı eşi Nancy Wilson da öyle.

Açılış jeneriği bile bir şekilde ruhunuza bir şeyler katacak bir filme başladığınızı belli eder nitelikte.

Yönetmenin de favorisi olan, Penny Lane’in boş konser salonundaki hallerini yok sayarsak, benim favori sahnem Russell’ın kontrolünü kaybettiği gecenin sonunda ““I am a golden god!”” şeklinde çatıda bağırması. Bilenler bilir, aynı sözü Robert Plant otel balkonunda Sunset Strip’e bakarken söylemiştir!

Nereden başlayarak, hayranlığımı bir kenara bırakıp nasıl konuya gireceğimi bilemediğimden biraz parça parça oldu yazı. Hatta hala oluyor. Oluyor.. Gerçekleşiyor.. Filmde de dediği gibi; It’s all happening!

Mutluluk Penny’nin Polaroid SX-70 kamerasında. Mutluluk sahnede.Mutluluk otobüste yaptıkları gibi Tiny Dancer’ı (Elton John)hep bir ağızdan söylemekte. Mutluluk herhangi bir şarkı sözünde. Biraz pırıltı ve iyi bir riffte. Tabii ki Rock N’ Roll’da.

İşte her şeyiyle Almost Famous, defalarca izlemekten bıkmayacağım, her sahnesiyle mutluluk verici; hayatımın filmlerinden biri.

Neyse, ben Fas’a gidiyorum, başka müzik filmleri arıyorsanız buraya da bakın; size iyi seyirler!…

Rolling Stone’a kapak olmak ya da olmamak…

MÜŞRA DEMİR

Letterbox: https://boxd.it/6ozsH

Zeen is a next generation WordPress theme. It’s powerful, beautifully designed and comes with everything you need to engage your visitors and increase conversions.

Top 3 Stories

Daha Fazla İçerik
Bilinçaltına yolculuk: The Cell