Müzik çok ama çok ayrı bir olgu; bir yaşam biçimi ve/veya direkt yaşam olarak tanımlanabilecek bir alan. O anki duygularımıza, ruh halimize eşlik eden ve gerektiğinde bütünüyle değiştirebilen bu etki alanını, defalarca dönüp tekrar hatırlamak isteyebiliyoruz. O anda devreye; bu safkan enerji halini olabilecek en doğal biçimde kanıtlayan kareler devreye giriyor.
En az o anı yaşamış olmak kadar bizi etkileyen karelerin sahibi Ebru Yıldız, fotoğraflarında kesinlikle bize “o” ruhu verebiliyor. Çalışmaları efsanevi Rolling Stone dergisi dahil pek çok yerde yayınlanan Ebru Yıldız, Multibabydoll için röportaj isteğimi geri çevirmedi. İyi ki de geri çevirmedi, zira belki de pek çoğumuzun ilhama ihtiyacı olduğu şu günlerde kelimenin tam anlamıyla algılarımızı açacak bir röportaj oldu.
Sadece müzik fotoğrafçılığı üzerine değil, satır aralarında sıkça yakalayabileceğiniz gibi müziğin enerjisi, etkisi ve tüm bunların kullanılabilirliği üzerine -en azından benim- belirli aralıklarla tekrar geri dönüp okumak isteyebileceğiniz bir söyleşi çıktı ortaya.
Belki de lafı daha fazla uzatmamam ve müzik fotoğrafçılığının merkezde olduğu bu söyleşiyle sizleri başbaşa bırakmam gerek artık.
Bir de tabii ki harika kareleriyle…
Klişe olsa da, muhtemelen hepimizin ve bu işe başlamak isteyenlerin cevabını merak ettiği soruyla başlamalıyım sanırım. Müzik fotoğrafçılığına nasıl başladınız?
Kendimi bildim bileli canlı muzik dinlemeyi çok severim, New York’a taşınınca da konser aşkım tüm hızıyla devam etti. Burada inanılmaz miktarda canlı müzik olduğundan, bu tutkum obsesyona dönüştü ve bir hayat tarzı haline geldi. Her gece başka bir konserdeydim, müzik fotoğrafçılığı da o hayat tarzının bir uzantısı olarak hayatıma girdi. Duygusal olarak sizi etkilemiş olan anları, eve götürüp tekrar tekrar bakıp, yaşayabilme isteği.
Fotoğraflarınız bir tarzı olduğunu düşünüyor musunuz? Fotoğraflarınıza bakan insanlar, “bunlar Ebru Yıldız’ın kareleri” diyebilirler mi?
Umarım diyebiliyorlardır. Yakın bir zamanda Cem Kayıran ile Babylon dergisi için bir röportaj yapmıştım. Yazının başlığını “Görülebilir Ruh Halleri” koymuş, beni ne kadar mutlu ettiğini anlatmam mümkün değil. Tüm fotoğraflarımda, gerek sahnede çektiklerim gerekse portrait olarak çektiklerimde yakalamaya çalıştığım tek şey insanların ruh halleri, modları. İnsan psikolojisi kadar enteresan başka hiç bir şey yok benim için.
Fotoğrafçılık kariyerinizin bir dönüm noktası var mı?
Emin değilim. Dönüm noktasından ziyade bunu bütün hayatım boyunca yapmak istediğimi fark ettiğim an olabilir, o da 2004’te gördüğüm iki konserle olmuştu: The Kills ve A Place To Bury Strangers‘i izlediğim ilk an.
Kariyeriniz boyunca çekme fırsatı bulamadığınız ama ileride fotoğraflarını çekmek istediğiniz isimler var mı?
Keith Richards, Alison Mosshart ve Iggy Pop‘un portreleri.
Şimdiye dek fotoğrafladığınız isimler arasında enerjisi ve duruşuyla size en çok ilham veren ve sizi en çok heyecanlandıran isim kimdi?
Enerji cok kapsamlı bir olgu. Sahnedeki enerji yerine müziklerinin enerjisi diye düşünmeyi tercih ediyorum. Bu sebepten de müziğini zevkle dinlediğim ve bana değişik hisler hissettiren bütün müzisyenler diyebilirim. Gerçekten herkesin enerjisi birbirinden çok farklı, aynı genre içinde olsalar bile. Ve tabiki de benim kendi içinde bulunduğum ruh haline göre de değişik şekilde etkileniyorum. Thee Oh Sees, Ty Segall, A Place To Bury Strangers, Nick Cave, Shilpa Ray, Tom Waits, War On Drugs, ZZZ’s, Disappears, Purling Hiss…
Günümüzde dergiciliğin bittiği iddia ediliyor ve geriye kalan tek şans; kolay bir tüketim alanı olan internet. Ben bu şekilde düşünmesem de genel algı bu yönde. Şahsi fikrim, Rolling Stone okurken yakaladığımız bir konser karesinin insanın hayatnı değiştirebildiği ama internette bir anlık görüp geçtiğimiz bir fotoğrafın aynı etkiyi yaratamadığı yönünde. Çalışmaları Rolling Stone dergisinden New York Times’a kadar yayınlanmış ve aralarında benim de bulunduğum pek çok kişiye ilham vermiş bir bir isim olarak, siz müzik fotoğrafçılığının hangi yöne doğru ilerlediğini düşünüyorsunuz?
Maalesef şu anda herşey çok hızlı tüketiliyor ve bu da beni fotoğrafçı olarak üzüyor. Özellikle basılı herşeye inanılmaz hayranlığı olan biri olarak. Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki aldığım bazi işler, neredeyse anında internette yayınlanıyor, neredeyse konser daha bitmeden eski haber haline dönüşüyorlar. Abartı diye düşünebilirsiniz ama gerçekten değil. Konser hala devam ederken, fotoraflarımın online oldugu tecrübelerim oldu, konser bittiğinde evime taksi ile dönerken, çoktan üstüne 5-6 tane daha yeni haber gelmişti. Böyle bir ortamda insanların attention spanleri gittikçe kısalıyor ve ne haberi tamamen okuyorlar, ne de resimlere tamamen bakıyorlar.
Ama bir yandan da eğer fotoğraf kuvvetli bir fotoğraf ise, nerede olursa olsun kesinlikle insanlarin dikkatini çekeceğini düşünüyorum.
Müzik fotoğrafçılığı tam olarak nereye gidiyor ondan da emin degilim. Her dijital kamerası olanın kendisini müzik fotoğrafçısı ilan ettiği bir dönemdeyiz. Ama aynı zamanda bu kadar insana erişebilir olması da süper bence; çünkü insanların ilgilerini keşfedip, hayatları ile ne yapmak istediklerinin farkındalığına erişme imkanları artıyor. Ama tabii, yapan insan sayısının artmasının her zaman kalitenin de artması anlamına gelmediği de bir gerçek.
Bugüne kadar yakaladığınız kareler içerisinde bir favoriniz var mı?
Sadece bir tane fotoğrafı söylemek zor, çünlü duygusal bağım olan çok fotoğrafım var. Fotoğrafın teknik mükemmelliğinden ziyade bana hissettirdiği his bazında bu favoriler…
Genelde bir konser sırasında yanınızda hangi ekipmanları taşıyorsunuz?
Canon 5d mark iii
L 24-70mm f2.8
85mm
Aynı zamanda her zaman (sadece konserlerde değil, gundelik hayatta da) yanımda film kameramı da taşıyorum. Contax T2 Point and Shoot ve/veya da Canon AE-1
Portraitlerimi nerdeyse her zaman film kameralarımla çekiyorum.
Festivaller içinse iki dijital kamera taşıyorum
Canon 5d Mark iii
Canon 5d Mark ii
L 24-70mm
L 70-200 mmm
85mm
100mm
Çekim yaptığınız alan ne kadar önemli? Yoksa sahnedeki sanatçının enerjisi kötü bir mekan ve atmosferi bile yenebilir mi?
Hiçbir önemi yok açıkçası. Tek önemli şey müzik. Eğer müzik iyiyse; Bushwick’de birinin mutfağında dinlerken de iyi, şehirde havalı bir venue’de izliyor olsan da iyi.
Makarayla çalışmak sizce neden dijital bir makinayla çalışmaktan daha farklı?
Kalitesi farklı. Ne kadar photoshopda iyi olursanız olun filmin hissini vermeniz mümkün olmuyor. Şu anda, hala az da olsa film üretiliyorken, insanların dijital çekip filme benzetmeye çalışma çabası beni dehşete düşürüyor. Kameranın içinde yapabileceğin bir şeyi neden sonra bilgisayarda o kadar uğraşıp yapmaya calışırsın anlamıyorum.
Sizce müzik fotoğrafçılığını güzel yapan şey nedir?
Müziğin kendisi. Müzik kadar değişik insanları bir araya getirebilen başka hiç bir şeyi tecrübe etmedim.
Takip ettiğiniz ve işlerinden etkilendiğiniz fotoğrafçılar kimler?
Diane Arbus, Mary Ellen Mark, Sarah Wilmer, Deborah Turbeville, Daido Mariyama, Sally Mann, Danny Clinch, Paolo Roversi, ve Hedi Slimane.
Çalışmalarınız şu anda sergileniyor mu? Geleceğe dönük projeleriniz neler?
Şu anda Iceland fotoğraflarım, eşim Mitchell King‘inkilerle beraber sergileniyor. İstanbulda’da da küçük bir sergi açmakla alakalı bir arkadaşımla daha yeni konuştuk, bakalım! Onun dışında son 3 aydır Death By Audio isimli DIY bir muzik venuenun kapanışını dökümante ediyordum, şimdi de o fotoraflarımı bir kitaba dönüştürmek için çalışmalara başlıyorum.
Son olarak, müzik fotoğrafçılığına başlayacak olanlar ve yola henüz yeni çıkmış olanlar için öneriniz nedir?
Fotoğraf makinası kullanabiliyor olmanız lazım tabii, ama benim her zaman söylediğim bir şey var; fotoğrafın tekniğinden ziyade ruhu önemli. O yüzden teknik şeylere çok takılmadan, öncellikle neden bu işi yapmaya basladığınıza yoğunlaşmak gerekiyor. Bence güzel bir fotoğraf çekebilmek icin en son model kameranız olmasi gerekmiyor veya bir fotoğrafa güzel demek için o fotoğrafın teknik olarak kusursuz olması da gerekmiyor. Hatta olmaması daha bile iyi bence. Pratt ‘de grafik tasarım okurken; Photoshop Illustrator, In Design gibi programları direk öğretmiyor olmaları ilk başta çok çıldırtmıştı beni. Ama sonra hocalarımdan biri, “önemli olan şu, ‘programlarla ne yapabilirim’den ziyade, ne yapmak istiyorum, yapmak istedigime ulasabilmek icin hangi programlari ne sekilde kullanmam gerekiyor diye dusunmen gerek” demisti. Ve bu kesinlikle doğru! Fotoğraf için de aynı kural geçerli. Başlarken herşeyi yapabilen bir kameradan ziyade, limitleri olan bir kamera ve sabit bir lensle başlamak çok daha akıllıca bence. Çünkü o zaman ister istemez ışığı ve kompozisyonu öğreniyorsun. Ondan sonra da elinde olan projene göre kamera seçimi yapabilirsin. Film kamera ile başlama şansı olmamış yeni nesil fotoğrafçılar için gerçekten çok üzülüyorum.