- Bu yazı 14 Mart 2018 tarihinde Rave Mag’de yayınlanmıştır.
“İnsanları neyin motive ettiğine dair kimseyi yargılamıyorum. Hepimiz şu dört şeyin kombinasyonuyla motive olup hareket ediyoruz: para, romantizm, tanınırlık ve hayatta kalma dürtüsü.”
Bu haklı ve dürüst tespitin sahibi; garip ama bir o kadar tutkulu; ışıltılı gözlerine eşlik eden deneyimli bir adamın yetenekleriyle; 2000’lerin başlarında “gelecek vaat eden” isim dendiğinde akla gelen ilk isim olan Jack White’a ait.
O günden bu yana, yarattığı markasıyla özdeşleştirdiği kişiye yani müziğin Nikola Tesla’sına dönüşen, sonsuza dek sürüyormuş hissi yaratan gitar rifflerini destekleyen yaratıcı şarkı sözü yazarlığı ve kreatif zekasıyla son 10 yılın en başarılı rock yıldızlarından biri haline gelen Jack White’ın kariyerini; üçüncü solo albümü Boarding House Reach öncesinde ele almasak olmazdı.
Aslında hikayenin başlangıcı oldukça basit: 90’ların ikinci yarısında çalıştığı mobilya mağazasına ek olarak bir de Detroit’in Garage gruplarında bateri yeteneklerini konuşturan John Anthony Gillis; 1996 yılında bir bartender olan Meg White ile evlenir. Evlilikleri belki yıllarca sürmemiş olabilir ancak sonradan kurdukları grup; efsanesi sonsuza dek sürecek bir popüler kültür ikonuna dönüşecektir.
Kendilerine The White Stripes ismini veren ikili; hızlıca kendi estetik anlayışlarını oluşturmakta da geri kalmadı. Her şeyin kırmızı-beyaz-siyah olduğu bir evren ve blues geleneğinin en karanlık, en güçlü kökleri olan punk ve garaj müziğine geri dönüş…
Grubun ilk iki albümü The White Stripes ve De Stijl; oldukça ucuz ama bir o kadar tehlikeli derecede eğlenceli kayıtlardı. O dönemden bu yana idolü olarak belirttiği tek bir isim var: Bob Dylan. Zaten hayranlığını aynı yıl şu şekilde açıklayacaktı: “3 Babam var. Biyolojik babam, Tanrı ve Bob Dylan.”
2001 yılına gelindiğinde yavaş yavaş o çiğ, etkili davulları ve gitar riff’lerinin sesini listelerde duymak mümkündü: “White Blood Cells”!
Albümden çıkan ilk hit “Fell In Love with a Girl”; döneminin bir başka yükselen yönetmeni Michael Gondry’nin yarattığı Lego evrenindeki klibi ile birlikte gerçek bir rock mücevherine dönüştü.
Birer Rock yıldızı payesi alacakları albüm ise 2003 tarihli Elephant oldu. Rock endüstrisini daha çok Limp Bizkit ya da Linkin Park gibi Nu-Metal gruplarının ve 90’lardan dağılarak gelmiş pek çok ismin oluşturduğu Supergroup’ların (Velvet Revolver, Audioslave gibi…) domine ettiği 2000’lerin başlarında; Seven Nation Army ile dinleyici için çölde vaha etkisi yaratmışlardı.
Modern bir rock klasiğine dönüşen; radyolardan stadyumlara; reklam jingle’larından ekrana pek çok yerde karşımıza çıkan bu 2000’ler hit’i tabii ki o yılı Grammy’siz kapatmadı. The Hardest Button to Button, Ball and Biscuit gibi pek baştan sona hit’ler ile donatılmış Elephant albümünün diğer klasiği I Just Don’t Know What To Do With Myself için Sofia Coppola’nın çektiği ve Kate Moss’un yer aldığı klibi de ikonik klipler arasındaki yerini aldı. Bu aynı zamanda; artık Elephant’ın ve dolayısıyla The White Stripes’ın 2000’lerin poster grubuna dönüşmesi demekti. Ancak Jack White için tüm bu yükseliş pek de bir şey ifade etmiyor gibi:
“15 dakikalık şöhret, size bir kariyer yaratmaz. Bir dergideki makale, gazeteler, röportajlar, televizyon ya da basılı reklamlarda yer almak egonuzu şişirmekten başka bir şeye yaramaz. Bir sanatçının kariyeri, ömür boyu sürecek bir maceradır. En tepede olmanız; düşmekten korunuyor olduğunuz anlamına gelmez. Zaten ne kadar yükseğe tırmanırsanız, o kadar hızlı düşersiniz.”
Yine de White’ın bu tutarlı tavrı; popülerliğin keyfini çıkarmayacağı anlamına gelmiyordu. Bir yanda Meg White, Marc Jacobs markasının yüzü olmuşken; Jack White ise o yılın en önemli filmlerinden Cold Mountain’de hem oyuncu hem de soundtrack’lerinde imzası olan isim olarak yer alıyordu. Aynı yıl bir de Von Bondies grubundan Jason Stollsteimer’ı yumruklamaktan gözaltına alınan White’ın bu dönemi için oldukça inişli çıkışlı denebilir.
2005 tarihli Get Behind Me Satan; en kemik The White Stripes dinleyicisi için bile biraz fazla “ekstrem” bir albümdü. Bu albümde enstrümantal yelpazesini biraz daha genişleten Jack White; piyano hatta Marimba’ya daha çok ilgi göstermiş gibi görünüyordu.
Sonuçta -sadık dinleyicisinin de bildiği üzere- Jack White III, her zaman kendisinden beklenilenin dışında bir iş yapmakla yükümlü… Hatta kendisinin, destedeki en tekinsiz kart olduğunu şu cümlelerinden anlamak mümkün: “Açıkçası ben; ya hep gözünüzü üstümde tutmak zorunda olduğunuz ya da ormanda kaybolup bir daha geri dönmeyecek insanlardan biriyim.”
2005 yılında Karen Elson ile -daha sonradan fazlasıyla sansasyonel şekilde bitecek olan- bir evliliğe imza atan ve iki çocuk sahibi olan Jack White; sadece aile yaşamında değil müzik projelerinde de yeni başlangıçlar peşindeydi.
2006 yılında yakın arkadaşı Brendan Benson ile birlikte şarkı sözü yazarken; bir anda kendilerini yeni bir grup kurmuş olarak buldular: The Raconteurs! İlk albümleri Broken Boy Soldiers ile hem listelerde hem de dinleyicinin kalbinde kendilerine sağlam bir yer edinmeleri ve Steady As She Goes’un kısa sürede bir hit haline gelmesiyle The White Stripes’ın yan projesi olma gölgesinden kurtulan grup için sonradan Robert Plant şöyle diyecekti: “Aynı dönemde olsaydık; kesinlikle Led Zeppelin’in rakibi olurlardı!”
Bu sırada “The White Stripes dağıldı mı?” sorularına yanıt; 2007 yılında çıkan Icky Thump albümüyle geldi. Bu kez –o sırada final albümü olduğunu dinleyiciler bilmiyor olsa da – TWS seven seyircinin aradığı her şey bu albümde vardı. Vahşi, dağınık, çiğ ve iğneliyici sözler. Tabii bu defa çingene konseptiyle….
Bir sonraki yıl, yeni The Raconteurs albümü Consolers of the Lonely yine listelerde başarı elde ediyordu.
2009 yılı ise White için bir başka “süper-group” projesi anlamına geliyordu. The Kills’ten Alison Mosshart, The Raconteurs’tan Jack Lawrence ve Queens of The Stone Age’ten Dean Fertita ile kurdukları The Dead Weather; bu kez bateride yer alan ve daha karanlık bir yüzünü gördüğümüz White’ın kariyeri açısından da yeni bir soluk anlamına geliyordu. Zaten bateriye olan aşkı her daim bilinen White bunu hemen hemen her röportajında dile getirmekten çekinmiyordu: “Bateri çalmak; benim için eve dönüş gibi… Hatta The White Stripes’tayken bile ‘Şimdilik gitar çalıyor olabilirim ama gerçekte ben bir bateristim’ diyordum. Bu özelliğimi pasaportuma yazmayı bile düşündüm!”
2009’da Horehound, 2010’da ise Sea of Cowards ile hayranlarına farklı deneyimler yaşatan Jack White; bir yandan da ticaret konusundaki yeteneklerini de konuşturuyordu. Aslında 2001’de kurduğu Third Man Records’un da artık şaha kalkma dönemi gelmişti.
Third Man Records’un bu açıdan çok konuşulan ve müzik piyasasının seyrini etkileyecek şirketlerden biri haline gelmesinin; White’ın ilk solo albümüm Blunderbuss ile aynı döneme denk düştüğü söylenebilir. Her açıdan White’ın bu “tek” bir isim olarak kendisini güçlü gösterme dönemi; en büyük desteğini kuşkusuz plaklardan alıyordu.
White’ın Third Man Records’u yeni sanatçıları keşfedip kanatları altına alan, kurduğu küçük mabetlerde (mağaza da diyebilirsiniz) plak evrenine dair ne varsa sunan, çıkardığı albümlerin en özel ve sınırlı sayıdaki versiyonlarını Vault üyelik sistemiyle hayranlarına sunarak dinleyicilerinden özel bir çember oluşturan bir şirket haline getirmesi; “2010’lu yıllarda müzikte ne gibi inovasyonlar gerçekleşti?” sorusuna yanıt olabilir. Bu da bizi yeniden “Jack White Müziğin Nikola Tesla’sıdır” noktasına götürüyor.
Blunderbuss albümünden Freedom at 21 single’ını içi likör dolu Flexi Disc’ler olarak balonla atmosfere yollaması; albümün tümü için başlı başına bir promo niteliği taşıyordu. Günün sonunda; biri tümü kadınlardan diğeri ise erkeklerden oluşan iki ayrı orkestrayla turneye çıktığı Blunderbuss dönemi, White için artık özgürce at koşturabileceği alanın da açıldığını gösteriyordu.
Solo kariyeri açısından asıl beklediği an ise muhtemelen Lazaretto olsa gerek.
Üzerinde melek hologramları bulunan plak versiyonuyla; LP satışlarını yeniden patlatan ve tarihi bir rekora imza atan Jack White’ın Lazaretto’sundan sonra plak satışlarının, tarihinde ikinci kez pik yaptığını ve o günden sonra plakları yeniden fiziksel müzik formatları arasında lider konuma oturttuğunu söylemek mümkün.
“Vinil formatı hayatta kaldı; onu öldürmemeyi başardık. Bu savaşın bir parçası olduğunuzu bilmek… Kolunun altında plaklarla mağazadan çıkan çocukları her gördüğümde bunun getirdiği mutluluğu; kalbimin nasıl hızlı atmaya başladığını tahmin edemezsiniz. . Müzik sadece bu olmalı. Çok yoğun bir duygu. “
Lazaretto; Blunderbuss kadar baştan sona birbirinden farklı hitler barındırmasa da hem daha derli toplu bir albüm olması hem de çok başarılı geçen dünya turnesi nedeniyle (Avrupa turnesini 2014’te İstanbul’da başlatan Jack White; bunu takiben daha önce bulunmadığı pek çok ülke gezmiş, Lollapalooza ve Coachella gibi festivallerde de yer alarak kariyerinin en kapsamlı turnesine imza atmıştı.) White’ın kariyerindeki en çok ses getiren işlerden biri olma özelliğine sahip.
Lazaretto turnesini 5 minik gizli lokal konserle sonlandırmasının ardından (ki aslında bu koca turnenin asıl finali Lollapalooza’daki Robert Plant düeti ile yaşanmıştır); 2015 yılına bir de yeni The Dead Weather albümü sıkıştırmayı başardı. Dodge and Burn adını taşıyan albüm; tipik TDW tınılarının zamana nasıl ayak uydurabileceğinin kanıtıydı.
Dodge and Burn albümü dönemini turnesiz kapatan ve 3 yıllık bir sessizliğe gömülen Jack White; sonunda yeni bir albüm ile karşımıza gelmeye hazırlanıyor. Boarding House Reach adını taşıyan albüm; şimdilik çıkan ilk single’lara bakılırsa White’ın solo kariyeri açısından yeni bir “Get Behind Me Satan” olmaya aday.
“Bir sanatçı olarak; kariyerinizde sıkıntı ve hayal kırıklıkları ile yüzleşeceksiniz. Sürekli olarak dinleyicinizin bağlanabileceği bir tınının peşinde olmak çok can sıkıcı olabilir. İnsanların aradığı o ‘tınıyı’ bir kez bulduktan sonra ise, yeniden ‘sıkıcı’ konumuna düşebilirsiniz.”
White’ın sıkıcı olmaktan uzak, sürprizlerle dolu kariyeri ve yıllar içerisindeki yenilikçi dönüşümüne tanık olanların benimseyeceğine emin olduğumuz bu yeni albüm kadar düşündüğümüz bir şey daha var: White’ın bu yaz başlayacağı Avrupa turnesine sürpriz bir şekilde İstanbul’u bir kez daha katması!