Burada, bu blogda oturup da doğumgünü için methiyeler düzeceğim 2 adam var. Sıralı 2 adam. 2. sıradakini yine bu ay içinde yazdım, okudunuz. Ama 1 numara? Evet Chris Cornell.
Zamanında dinlemeden, sadece isim olarak biliyorken her defasında “nefret ederim” şeklinde yorumladığım adam için, şu anda doğumgünü nedeniyle bıraksanız cilt cilt romanlar yazabilirim. Benim için bir tür ilah, ikon, kült bir figür; yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla gerçek bir yol gösterici, kendimden şüphe ettiğim zamanlarda güçlendirici, hangi saniyede aklıma gelirse gelsin herhangi bir şarkı sözüyle dahi mutlu eden adam.
If you’re free you’ll never see the walls.
If your head is clear you’ll never free fall.
If you’re right you’ll never fear the wrong.
If your head is high you’ll never fear at all
Her ne kadar şu Hayatımı değiştiren gece: Soundgarden İstanbul Konseri yazıma tıklayıp da görebileceğiniz, yakınen incelemelerim de gösteriyor ki kendisi 25, maksimum 30 ancak gösteriyor. Ancak evet, bu yıl, bu ay kendisi 51 yaşına giren bir yengeç burcu erkeği.
Yaşı arttıkça güzelleşiyor gibi bir cümle söylemeyeceğim zira yaşı arttıkça gençleşiyor kelimesi daha doğru gibi. Evet güzelleşiyor da ayrıca, doğru. Kaldı ki tüm bunlarla birlikte her yıl, hatta belki bazen yılda 2 kez görünümünü değiştiren, her defasında farklı ve yenilenmiş biri olarak karşımıza çıkan birinin yeni yaşına dair en merak ettiğim konu sadece “yeni bıyığı nasıl olacak?” oluyor!
İşte onunla ilgili en çok sevdiğim şey bu. Axl gibi “olmak istediğim şey” değil, zaten “olduğum biri” gibi. İlk göz ağrımın yani toyluk dönemleri prensimin Axl olması ama büyüme dönemindeki o “büyük keşif”in Chris olmasının nedeni de bu muhtemelen.
Her zaman, her dakika ne yapacağı belli olmayan; tam tahmin ettiğiniz sırada sizi yanıltan ama bir sonraki hareketinde sanki sizi yanıltıp da üzmek istemezmiş gibi en karakteristik tavrını sergileyen, hiçbir zaman kim ne derse dinlemek yerine kendi kafasına eseni yapan (hatta sırf bunu kanıtlamak adına sık sık yanlışlar da yapan), aklına ne eserse cesurca dile getirebilen, kreatif davranabileceği her özgür alanı sonuna kadar kullanan, yer aldığı her röportajda sizi güldürebilen, depresyon anlayışı amaçsızca yatmak olmayan ama tüm bunların ötesinde yazdığı her söz ve bestelediği her şarkıyla hayatıma-hayatlarımıza dokumuş bir adamdan söz ediyoruz. Hatta o çok eğlenceli ve vahşi kabuğunun altında biraz gururlu yer yer çokça utangaç olan…
Close your eyes and bow your head
I need a little sympathy
‘Cause fear is strong and love’s for everyone
Who isn’t me
Louder Than Love dönemindeki o utangaçlık ve bunun getirdiği abartılı halini de, Badmotorfinger dönemindeki aşırı vahşi, Superunknown’daki olgun, Down On The Upside’daki umursamaz hallerini de ama en önemlisi Euphoria Morning zamanındaki Almancı Arabesk Popçu hallerini dahi kabul edip beğendim yahu! (hatta kombo olsun, saçlarına meç yaptımasını dahi hoş bulmuşluğum var!)
Belki de en karanlık şarkı sözlerinde bile sizi boşluğa sürüklemek yerine bir şekilde neden mutsuz olduğunuza dair sizi kınayan biri Chris Cornell.
To be yourself is all that you can do
Audioslave döneminde tam anlamıyla bir geri dönüş, şahlanma, eskisinden de iyi bir şekilde geri dönme hikayesi gösterdi bize. Aslında neyin geri dönmesinden bahsediyorsak, en kötü zamanı normal bir standartta en iyiye denk düşüyor…
Bu kadar çok övmem oradan bakınca tipik bir fangirl vakası olarak gözükebilir. Varsın gözüksün.
Show Me How To Live’lere,Cochise’lere, Pretty Noose’lara, Steel Rain’lere hayat katmış biri için az bile yazıyorum. Ki zaten, ilerleyen zamanlarda blog iyice Chris’li, Soundgarden’lı, Audioslave’li incelemelere doyacak. Evet. Kaçamazsınız.
Fangirl’lüğü tekrar ele alırsak, herhangi bir erkeğin gelebileceği en yüksek görüntüsel durumda kendisi deyip kaçıyorum, öhm.
Nothing seems to kill me no matter how hard I try
Nothing is closing my eyes
Nothing can beat me down for your pain or delight
And nothing seems to break me
No matter how hard I fall nothing can break me at all
Not one for giving up though not invincible I know
Giyim tarzı (bana tişörtlerimi yırtma konusunda ilk ilham veren kişidir, eveeeeeeeet), her defasında o olduğunu anladığınız ama her şarkıda farklı bir kimlikte karşınıza çıkan sesi, müthiş hayal gücü ve o sahne karizması…
I’ve been watching
While you’ve been coughing
I’ve been drinking life
While you’ve been nauseous
And so I drink to health
While you kill yourself
And I’ve got just one thing
That I can offerGo on and save yourself
And take it out on me
Ama en önemlisi de şu, hayatımın çok ama çok karanlık ve sıkıcı bir döneminde tanışıp da böylesine idol olarak aldığım biri Chris Cornell. Bu yüzden benim için bir tür kahraman aynı zamanda. İlk ne zaman dinlediğimi, ilk kez hangi halini gördüğümü, hangi saniyede o sesin farkına vardığımı, hangi anda hangi şarkısının eşlik ettiğini daha dün gibi hatırlıyorum. İlk kez duyduğum/gördüğüm o dakikadan sonra da enerjim bir saniye olsun düşmedi zaten bugüne dek. Doğru zamanda doğru yerde bekliyor gibiydi. İyi müzik. Güzel adam.
Nail in my hand
From my creator
You gave me life
Now show me how to live
Tekrar ana konuya dönecek olursak iyi ki doğmuşsun Chris, iyi ki doğmuşsun Rusty Cage’de kafesini kıran, Show Me How To Live’de özgürlüğüne arabasını süren, Cochise’de en mütevazı kutlama şekli havai fişekler olan, You Know My Name‘ de Bond karizmasının bile önüne geçen adam. Aynı zamanda 6 Haziran’da bana erken doğumgünü kutlaması hediyesi gibi hayatımın en güzel gecesini yaşatan, tüm ciddiyetiyle gitarını çalarken bir anda çığlıklarıma kulak verip kocaman gülümseyen insan…
Flutter Girl you don’t want to know what I live
You don’t want to take what I give
‘Cause I give nothing for free
Başka ülkelerde başka başka yaşlarında da hep seni izleyebilmek dileğiyle. Ki izleyeceğim,biliyorum.
Bir de şunu biliyorum. 2013 Aralık ayından beri deli gibi, Flutter Girl olmak istiyorum. Başka hiçbir şey değil…
MÜŞRA DEMİR