Beni bilenler bilir; hayatıma damgasını vurmuş, tarzlarıyla yaşamımı yönlendirmiş sadece iki grup vardır. Birini geç tanıdığım, diğerini ise daha da geç tanıdığım…
Evet tahminler doğru biri Guns N’ Roses’dır. Diğeri ise elbette Soundgarden.
Hayatımda gerçekten yükseldiğimi hissettiğim an, kendimi şarkı sözleriyle ifade edebileceğimi öğrendiğim dönemin başrolüydü GN’R. Sonra şartlar değişince ve belki de biraz daha sert olmak gerektiğinde, belki de eğlence dozajını arttırma ihtiyacını gördüğümde ikinci başrol olarak bu filme katıldı Soundgarden.
İşte iki takıntımdan biri haline gelmesinden sonra da, Soundgarden tarihçesi hakkında bir iki kelamdan daha fazlasını edebilecek hale geldim bu süreçte.
Konuya en Vikipedi’vari şekilde girmem gerekirse bu nadide grup ; güzel topraklar Seattle’da 1984 yılında hem vokal hem bateriyi üstlenebileceğini iddia eden Chris Cornell, Felsefe mezunu Hint asıllı Kim Thayil, kimya mühendisi Hiro Yamamoto ve bu dönemde görsel olarak neyse şimdi de o olan Matt Cameron tarafından kurulur. Daha sonra Hiro’nun eğitimine ağırlık vermek için gruptan kaçmasının ardından Jason Everman gelir kadroya. Ancak sanki bir türlü sevilmez, sevilemez. Sonuç olarak o da gider. Belki de “iyi ki” de gider, zira günümüzdeki kadroyu oluşturacak son eleman Ben Shepherd da kadroya katıldığında artık efsane grup olması gerektiği hali almıştır.
4
1987’de ilk EP’leri Screaming Life piyasaya sürülür. Normalde bu ilk EP işi en sevdiğim gruplarda bile bende bir “eeeöööhh” tepkisine neden olsa da, bu albümü severim. Belki de ilk işlerini bu denli sevdiğim için bile tapıyor olabilirim Soundgarden’a. Herneyse, kapağında sepya tonlarında bir Chris Cornell bulunan bu EP’nin altın değerindeki şarkısı (ya da pırlantası, elması, artık her ne derseniz…) kesinlikle Hunted Down’dır. Nothing To Say başka bir ayinsel parça olup, günümüz konserlerine kadar “kendinizden geçilesi” setlist ürünü olarak gelmeyi başarmıştır.
İlk EP başarılı olmuştur. Artık ünlü plak şirketi Sub-Pop’un gözbebeğidirler. Bir yıl sonra Los Angeles’ta konserler verilmeye başlanır. Yırtık pırtık bermudasıyla kendisini oradan oraya savuran Cornell ve sakinliğinden ödün vermeyen Thayil sahnede her grubun yaşadığı o ilk “vahşi” dönemlerini yaşamaktadır.
1988’de işi, rock arenasında“artık biz de varız” demeye getiren ilk stüdyo albümü çıkar. Ultramega OK. Benim için biraz gizemli biraz da şiddetli bir albümdür. Beyond The Wheel’i dinleyip farkında olmadan bir sağa bir sola sallanmayan insan tanımıyorum. (Tanımamam da belki de çok normal?) Bu albümde biraz Chris Cornell’in sesini hangi sularda kullanabileceğini test ettiği açıkça görülebilir. Belki de şu anki sesine alışanlar için fazla kontrolsüz ve dayanılmaz olarak da tanımlanabilir ama ben bu albümü de bu deneyselliklerini de oldukça seviyorum. Bu kadar sevmemdeki başka bir neden de heavy metal, psychedelic rock, hardcore punk, klasik rock gibi bir çok türü en çiğ ve en eğlenceli şekilde harmanlaması. Kapak yine “neymiş bu bir bakayım” derken sizi içine çeken cinstendir ayrıca.
1990’da bu albümle Grammy’lerde En İyi Metal Performansı dalında aday gösterilirler, ancak ödülü daha sonra “kanka” konumuna geçecekleri Metallica’ya kaptırırlar.
1989 ise gerçekten vahşileştikleri dönemdir. Evet, Louder Than Love albümü çıkıyor. Chris Cornell artık konserlede kızlar tarafından parçalanan bir “genç kızların sevgilisi”, Soundgarden ilk kez büyük bit plak şirketiyle çalışıyor (A&M) ve ilk kez Billboard 200’ e giriyorlar. Bu albüm benim için kesinlikle ama kesinlikle özeldir. Hayatımın çok ama çok zor bir döneminde, bu albüm vesilesiyle ünlü Whisky a Go Go’da verdikleri konserde kaydedilen ilk konser dvd’leri Louder Than Live’ı izlemiştim. Hayatımda gördüğüm en cool, en yırtıcı ve en “ufuk genişletici” konser bu diye düşünmüştüm. Hala da öyle düşünüyorum. Defalarca izlemişimdir herhalde. Sırf bu konser kaydı için bile bu albüm sevilebilir. Kaldı ki, albüm kapağı külttür. Grubun bu dönemi de tam bir klasik haline gelmiştir. Ugly Truth, I Awake, Gun gibi sert klasiklerin yanında; Louder Than Love, Hands All Over, Big Dumb Sex gibi hitler de çıkmıştır. Evet bu albümle Soundgarden artık “olmuştur”.
1990 yılında, sonradan bir başka “yaşayan efsaneler”e dönüşecek Pearl Jam elemanlarıyla Temple Of The Dog’u kurarlar, ölen arkadaşları Mother Love Bone solisti Andrew Wood için. Kendileriyle aynı adı taşıyan bu anma albümü, döneminin en büyük olaylarından biri olur. Bu kadar sevileceğini kendileri de tahmin etmiş midir merak ediyorum.
Yavaş yavaş MTV röportajlarına da başladıkları bu dönemde, konserleri de dolup taşmaya başlar… Harika konser afişleri, eğlenceli MTV röportajları alır yürür…
1991’de ise grup, onları sevmem için koskocaman bir neden vermiştir. Badmotorfinger. Soundgarden tarihinde belki de en ilham verici bulduğum ve en sevdiğim albümdür. Totalde ise benim için 90’ların en iyi 5 albümü arasındadır. Hala bu albüm gibisinin gelmediğini düşünüyorum. Tam olarak inandığım şey grunge diye bir müzik türünün olmadığı. Ama herkesin bu albümle ilgili inandığı şey ise kesinlikle Soundgarden’ın heavy metal sularında fazla derinlere ve eğlenceli kıyılara yüzdüğü.
Albüm, 2 kez Platin Plak ödülü alır. Billboard 200’de 36. Sıraya yerleşir. Artık döneminin ikonik anları arasına girecek olan kaliteli klipler de ardı ardına çıkmaktadır. Outshined’da kırmızı bir fonda tepinmeler, Jesus Christ Pose’un çöl ortasındaki isyanı, Rusty Cage’deki özgürlük çıldırışları… Artık her grup elemanı da karizma konusunda uzayı bulmuş durumdadır. 90’lar denildiğinde akla ilk gelecek olanlardan, bıyıklı ve uzun saçlı bir Chris Cornell vardır artık. Sahne performansları da inanılmaz bir boyuta ulaşmıştır. Öyle ki, albümün başarısıyla birlikte, Guns N’ Roses’ın Use Your Illusion turnesine katılırlar ön grup olarak (o dönemdeki konser videolarını nasıl ağzım açık izlediğimi siz düşünün artık….) Güzelliğini “melez”liğinden alan bir albümdür bu. O kadar melez ki, döneminde ünlü dergilerden biri, Badmotorfinger’ı “psychodelic alternative rock metal” olarak tanımlamıştır. Kapanış şarkısı, Queen’in efsanevi gitaristi Brian May’in de solo attığı “New Damage” zaten “yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır” mesajını vermiştir bile. Albümün yaşayan efsanler ile buluşması bununla sınırlı kalmaz, Johnny Cash de Rusty Cage’i cover’lar. Cover hali bile kült hale gelir parçanın.
Bu dönemde bir başka ilham kaynağım haline dönüşen konser kaydı daha sürülür piyasaya: Motorvision. Harikuladedir. Bir şekilde rock evreninden etkilenen herkesin izlemesini önerdiğim bir konserdir bu. Atmosferi, sert performansı ve umursamaz havasıyla 90’ların en büyüleyici anlarından biri gibidir. Albümden favorime gelecek olursak, kesinlikle gözümü kırpmadan “Slaves & Bulldozers” derim…
1994 yılı için ise kesinlikle Soundgarden yılı diyebiliriz. Muhtemelen artık sadece rock dinleyicisinin değil, tüm dünyanın dikkatini çektikleri o “çok satan” albüm gelmiştir: Superunknown! Bu albümün kariyerlerindeki rolünü anlatmak için şu tanımlama yeterli olacaktır: Badmotorfinger bir Appetite For Destruction ise, Superunknown da Use Your Illusion’dır. 90’ları en iyi yansıtan albümlerden biridir. Rolling Stone’un Tüm Zamanların En İyi 500 Albümü listesine girmiştir.
,
Spoonman, Superunknown, My Wave, Fell On Black Days gibi hitler onları daha da yüce bir konuma ulaştırsa da, aslında kilit parça bellidir: Black Hole Sun. Soundgarden denildiğinde herkesin aklına gelen ilk şarkı, hatta belki de Soundgarden’ı bilmeyip sadece bu şarkıyı bilenler vardır diye düşünüyorum. Rahatsız edici David Lynch evreninde geçiyormuş gibi duran klibi, o harika melodisi ve başka bir evrenden gelen sözleriyle; Soundgarden’ı ilk kez sevmeye başladığınız veya en sevdiğiniz olduğuna karar verdiğiniz parça bu olabilir. Bu albüm baştan sona kusursuzdur, gerçek bir olgunluk eseri değildir belki de ama sizi nasıl avucunun içine alabileceğini bilen bir albümdür. Spoonman ile En İyi Heavy Metal Performansı; Black Hole Sun ile ise En İyi Hard Rock Performansı ödülünü kucaklarlar aynı yıl, 90’lar modasına uygun dev siyah takım elbiseleriyle…
Albümün Like Suicide, 4th Of July, Kickstand gibi gizli hitlerine değinmiyorum bile. Zaten ayrıntılı bir incelememe şuradan ulaşabilirsiniz!
Tamam, bu albüm iyidir güzeldir ama bir yerde de hüzün verir. O zamanlarda dinleyenlere de verdiğinden eminim bu hüznü. Çünkü bu kadar başarılı bir albümün sonrasında gelen aşırı ilgi, aşırı maddi başarı yavaştan bir sıkılmışlığı, artık fikir ayrılıklarını da getirmektedir gruba. O dönemde yapılan röportajlara bakıldığında tüm o bezginlik her elemanda sezilebilir.
Zaman geçer, Down On The Upside gelir. Artık her zamankinden daha bezgin elemanlar vardır. Belki de 15 kiloya düşmüş bir Chris Cornell, sakinliğinin yerini sıkılmışlık almış bir Kim Thayil, belki de bu sessizlik üretkenliğini olumlu etkileyen Ben Shepherd ve yine de işini severek yaptığı belli olan bir Matt Cameron. Her şeye rağmen bu albüm sevilir. Ben de severim. Bir nevi güzel bir veda gibi. Pretty Noose ve Burden In My Hand en favori Soundgarden şarkılarımdan biridir, klipleriyle birlikte. Ty Cobb ve No Attention gibi punk etkileşimli enerji patlamalarına rağmen, genel bir sakinliğin hakim olduğu dönemdir bu. Grubun ilk kurulduğu yıllarda Chris Cornell’in bir eskicide tanışıp evlendiği, sonra da grubun menajerliğini üstlenen karısı Susan Silver ise grup hakkında herşeyden şikayet etmektedir. Kendisinin dediğine göre bu dönemde Chris Cornell hiç birşeye karışmayıp çekimser davranıyor, Ben Shepherd ve Kim Thayil sessizliğini koruyor, liderlik görevini ise Matt Cameron üstleniyordu.
Bu beşinci ve son stüdyo albümlerinden sonra yani 1997’de ise A-Sides adında son bir toplama albümü çıkaran (aha tüm şarkılarımız burada,dinlediniz dinlediniz, biz gidiyoruz!) grup dağıldı. Matt Cameron’ı Pearl Jam kaptı (hatta belki de bu dağılmadan bu sayede tek kazançlı çıkan Cameron’dı) Chris Cornell Euphoria Morning ile solo çalışmalara daldı, keza Kim Thayil ve Ben Shepherd da öyle…
Sonraki yıllarda kanımca Rage Against The Machine elemanları ile Audioslave’i kurarak 2000’lerin en iyilerinden biri oldu Chris Cornell. Ama o da dağılınca sonrasında gelen solo çalışmalar yetti mi? Yetmedi. Zaten Matt Cameron’lı bir Pearl Jam de Soundgarden’ın bendeki yerini dolduracak değildi.
2010 yılında ise beklenen oldu, Chris Cornell’in
“”The 12-year break is over and school is back in session, Sign up now. Knights of the Soundtable ride again!””
Tweet’iyle herkesi bir heyecan sardı. Hemen yeni bir albüm gelecek değildi tabii ki, ama kanlı canlı yeniden bir arada konser vermeye başlamışlardı bile. Aynı yıl sahnede hala eskisi gibi olduklarına dair en büyük sınavı canlı bir “Beyond The Wheel” performansıyla verdiler. 10 puan 5 yıldız ile geçtiler tabii ki. Yeniden birleşmenin ödülü olarak bir best of albümü olan Telephantasm yayınlandı (şu anda kütüphanemden bana göz kırpan albüm, oo bebeğim….) Albümün belki de dinleyicilere en güzel hediyesi, zamanında Badmotorfinger’a alınmamış Black Rain adlı şarkının da bonus olarak yer almasıydı. Badmotorfinger dönemini sevip de buna bayılmayacak adam olduğunu sanmıyorum…
Sonrasında bir The Avengers soundtrack’i de geldi: Live To Rise. Kendileri de birer Marvel süperkahramanı gibi olan (kahramanlarım benim!) bu adamlar için daha anlamlı bir şey olamazdı diye düşünüyorum!
2012’de ise 16 yıl aradan sonra ilk Soundgarden albümü karşımızdaydı: “King Animal”. Kimsenin korktuğu olmadı. Kötü bir albüm değildi. Ama herkes muhtemelen çok şaşırdı, zira kötü bir albüm olmadığı gibi, oldukça iyi bir albümdü, hem de hiç ara vermemişler gibi! Dinledikçe güzelleşen bu albümü ilk dinlediğimizde böyle düşünmedik elbette. Ama uzun aradan sonra tekrar iletişime geçilen arkadaşı dinledikçe tekrar samimi olma hissi gibiydi bu albüm. Favorim tabii ki de Dave Grohl’un da klibini yönettiği By Crooked Steps…
Hala harika konserler veriyorlar, hala yarattıkları his ve yaşattıkları atmosfer çok ama çok farklı. Bunu deneyimledikten sonra daha da farklı düşüneceğime inanıyorum.
2 yıl önce yazının başında da bahsettiğim hayatımın diğer başrolü GN’R’ı izledim ve hayatım değişti. Şaka yapmıyorum, sahiden hayatım değişti. Bu defa ise 6 Haziran’daki bu dev buluşmadan ise daha büyük beklentilerim var. Black Hole Sun’lara, Outshined’lara bağıra çağıra eşlik etmek için sabırsızlanıyorum. Şu an bu kelimeleri yazarken bile kalbimin ne kadar hızlı çarptığını anlatmam imkansız. Bir de genç kızların sevgilisi Chris Cornell’i en önden görmek var tabii, öhöm…
Tüm ürünlerini, albümlerini almayı geçtim, 90’lardan HIT PARADER’ları, RIP MAGAZINE’leri toplamışlığım var Soundgarden için. Bir de yaptığım tişörtler var. Onlar için de buraya bir tık alıyoruz!
Soundgarden tarihçesindeki tüm albümler, hatta tüm konserler elbet bu blogda bir gün tamamen didik didik edilecek. Çünkü romanlar yazsam haklarında, sıkılmam. Ama şimdilik ufak bir giriş, önceki sezonları hatırlama, “piiriiiivuuzzzliiğğğ on Soundgarden” olayının gerekliliğinden bu mini tarihçeyi yazma gereği duydum Siz asıl 6 Haziran’da kanlı canlı olarak %100 Fest sahnesinde gördükten sonra yazacaklarımı görün. İşte o günden sonra ben, ben olmayacağım muhtemelen.
1 ay öncesinden işyerinden izin aldığım bu harika buluşmaya az kaldı. Hayattaki en büyük ilham kaynaklarını yakından görme şansına erişmiş olanların bu heyecanı az biraz daha iyi anlayacağını düşünüyorum…
Neyse ne diyorduk, 6 Haziran’a da ne kaldı ki zaten?
MÜŞRA DEMİR