En son ne zaman büyük çaplı bir konser organizasyonu izlediğinizi hatırlıyor musunuz? 90’larda doğmuş birisi olarak maalesef ki benim bile hatırladığım en son sefer çocukluk/ilk teenage dönemlerime denk düşüyor ve bu da acı bir sonuca işaret ediyor: Bir mesaj kaygısı olan; bir şeyleri değiştirmeyi en azından deneyen o dev organizasyonlar, stadyum konserleri nerede kaldı?
Teknolojinin imkanlarıyla aramızdaki bağın daha da güçlenmesi gerekirken; şimdilerde de görebileceğiniz gibi; 40.000 kişinin doldurduğu bir stadyumda insanlar kendi doğal görüş açıları yerine konseri o an telefonlarının ekranından izlemeyi tercih ediyorlar.
Müzik tarihindeki en büyük yardım/stadyum konserlerini de bir bir hatırlayarak; müziğin o güçlü etkisini nasıl unuttuğumuzu görmek mümkün.
Pekala; olayın vahimiyetini anlamak için Woodstock‘lara dek gitmeyeceğim. Bu yazıyı okuyan; muhtemelen herkesin anlayabileceği ya da hatırlayabileceği bir örnekten başlamak gerekiyor. (Ya da gelmiş geçmiş en büyük konser organizasyonlarından biri mi demeli?)
1985 tarihli Live Aid konserinden bahsediyorum. 33 yıl önce Bob Geldof‘un girişimiyle Afrika’daki açlar yararına, katılan sanatçıların tek bir kuruş dahi almadan katılımıyla gerçekleşen; aynı anda İngiltere’de Wembley Stadyumu’nda ve Amerika’da JFK Stadında yüzbinlerce seyirciyle buluşan (o sırada TV ekranlarından canlı canlı bu tarihi ana tanıklık edenleri saymıyorum bile) bu tarihi organizasyon bugün bile hala izleyicilerin anılarında taze; yeni keşfedip izleyenlerin ise uzun süre zihinlerinden silinmeme özelliği taşıyor.
Duran Duran, Elton John, Bob Geldof, Tony Butler, The Who, Sting, Madonna, Neil Young, Sade gibi döneminin (ve hatta daha burada sıralasam sayfaların yetmeyeceği kadar) “ikonik” onlarca isminin bir araya geldiği bu konseri özel kılan pek çok detay vardı elbette.
Ayrılıklarının ardından sadece 17 dakikalık bir prova sonrası yeniden bir ekip olarak sahnede yer almalarıyla izleyiciye tarihi bir an yaşatan Led Zeppelin‘i mi saysak; yoksa dünyanın ne kadar küçük olduğunu ispatlamak ve aç insanların yardım çağrılarına karşı tüm kıtaların birleşmesi gerektiğini gözler önüne sermek için ilginç bir yol seçerek; Wembley’de bir şarkı seslendirdikten sonra Concorde’a binerek hemen Amerika’ya gidip konserler bitmeden bir şarkı da orada seslendiren Phil Collins‘e mi dikkat çeksek bilemiyorum.
Ama sonradan festival için çekilen belgeselde de dile getirileceği gibi; geceyi çalan yegane isim Queen denebilir. Queen’in imza niteliğindeki bu Live Aid performansı; sonrasında da stadyum konserleri için hem yeni bir dönem başlatacaktı hem de Live Aid bu sayede tarihe “Müziğin Dünyayı Birleştirdiği Gün” olarak geçecekti.
Alenen yardım amacı güden bir organizasyon olmasa da 85 yılı sonrasında yeniden insanları tek yürek haline getiren yegane organizasyon The Freddie Mercury Tribute Concert olacaktı. Sadece Freddie Mercury‘ye saygı duruşu değil; AIDS için farkındalık yaratmasıyla da çok ayrı bir yerde duran bu konser; hala pek çok kişinin zaman makinası ile yolculuk hakkı elde ettiğinde tercih edeceği tek seçenek olarak yerini koruyor.
David Bowie, Roger Daltrey, Bob Geldof (gördüğünüz gibi kendisi olmadan “dev prodüksiyon” olayı imkansız), James Hetfield, Tony Iommi, Elton John, Annie Lenox, George Michael, Liza Minelli, Robert Plant, Axl Rose, Seal, Slash ve Paul Young‘ın yer aldığı 20 Nisan 1992 tarihli bu konser; teoride bu “bir araya getirmesi imkansız” isimleri de bir araya getirebilmesiyle müziğin birleştirici gücünün bir diğer değerli örneği oldu.
Freddie Aid diye de anılabilecek olan konser; Axl Rose’un “So you think you can stone me and spit on my eyes” diyerek sahneye fırladığı o ikonik anla daha da ayrı bir yerde…
90’lar sonu 2000 başlarında müzik sektöründeki o kolaylıkla farkına varılabilecek karanlık ve karmaşık (bu tanımı yapıyorum zira 90’larda dağılan grupların 2000’ler başındaki supergrup furyasına dalmaları ve yenilenme ihtiyacı duyan yıldızların da kimlik karmaşasına girdiği bir süreç) dönem sona erdiğinde; müziğin birleştirici gücünü bir kez daha görmenin vakti gelmişti.
İşte 85’teki Live Aid önceki nesiller için ne kadar anlamlıysa; bu satırları okuyan nesildaşlarım için de 2005 tarihli Live 8 organizasyonu o kadar önemlidir diye düşünüyorum. Live 8; bu defa internetin de yardımıyla daha küresel; daha da merakla beklenen bir heyecan haline dönüşmüştü.
G8 zirvesine tepki olarak ; Londra, Paris, Berlin, Roma, Philadelphia, Barrie, Chiba, Johannesburg, Moskova, Cornwall ve Edinburgh şehirlerinde eş zamanlı olarak düzenlenen bu konser, bir kez daha müziğin gücünü tarihe altın harflerle kazıyordu.
Audioslave, Elton John, Coldplay, Kanye West (inanması güç ama kendisi o zamanlar henüz Reality Show yıldızı olmamış, sanatına saygı duyulan alternatif bir isimdi), Robbie Williams, Black Eyed Peas, The Killers gibi isimlerin birbiri ardına performans sergilediği bu dev şovun da ağır topu tabii ki önceden belliydi. Abisi Live Aid için Led Zeppelin ne ise; yıllar sonra bu kardeş organizasyon adına yeniden birleşen Pink Floyd da oydu!
Yine de o dönemde bu benzersiz konser organizasyonunu canlı izleyen neslin aklında tek bir anın kazılı olduğuna bahse girerim: beyazlar içerisindeki Madonna‘nın sayısı yüz binleri aşan kalabalığa Music performansı sırasında hep bir ağızdan “Music makes the people come together” cümlelerini söyletmesi hem manidardır; hem de bugün bile Live 8 denildiğinde akla gelen yegane andır.
Neyse ki bu defa organizatörler daha fazla beklemiyor, 2007’de nur topu gibi bir dev konserimiz daha oluyor. Bu kez organizasyonumuz Live Earth; esas adamımız Al Gore ve konumuz Küresel Isınma.
120 ülkede canlı TV ve İnternet yayını ile evlerimize konuk olarak bir nesil üzerinde farkındalık yarattığı dev bir gerçek olan bu konserin bir ayağı da İstanbul’da yapılacakken son anda elden kaçırıldığını belirtelim.
Bu kez Foo Fighters, James Blunt, Roger Waters, Cat Stevens, Chris Cornell ve güne uyan “make some noise if you give a shit” mottosuyla Metallica‘yı ağırlayan; ekran başındaki herkesi bir kez daha tek bir ruh haline getiren bu organizasyonun aslında bu tarz etkinlikler için bir tür final olabileceğini eminim ki onlar da bilmiyordu.
Peki ama artık “dikkat çekilecek” hiç mi sorunumuz yok? Müziğin sarması gereken yaralar artık hiç mi yok? Aksine daha çok, hiç olmadığı kadar bu tarz etkinliklere ihtiyacımız var. Üstelik geçmişe, 2007’ye oranla çok daha üst düzey seviyedeki internet ve teknoloji imkanları ile neler yapılabileceği düşünüldüğünde hala böyle bir organizasyonun yapılmaması hayret verici.
İster yakın zamanda konserlerde yaşanan olaylar deyin, isterseniz internet neslinin apolitik/umursamaz tavrı durumu daha da umutsuz kılıyor deyin; yine de 2007 sonrası müziğin girdiği bu can sıkıcı sessizliği hiçbiri tam anlamıyla açıklamıyor.
Billboard’un açıklamasına göre; 2014 yılı stadyum konserleri açısından oldukça başarılı olmuş. Peki ama hangisini hatırlıyoruz? Hangisi zihnimizde yer etmiş? Hangisinden herhangi bir an; 85 yılındaki konser kadar çok tıklanmış?
Live 8’teki Madonna performasının altına “E bu konserler düzenlendi ama ne değişti?” yorumuna “Pekala, en azından denediler!” cevabının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Evet, en azından denediler!
Yeniden denenmemesi için de hiçbir neden yok. Belki de doğru zaman değil; belki de denenmesi için sanatçıların en küçük ayrıntısını bile saldırgan bir şekilde eleştirdiğimiz sosyal medya hesaplarımızı yavaş yavaş bir kenara bırakmamız gerekiyor, kim bilir…
En azından hala elini taşın altına sokacak efsanevi sanatçılara da, günbegün yükselen ve rüştünü ispatlayan genç nesil sanatçılara da sahibiz. Ama zinciri başlatacak olanın biz, yani dinleyici olduğunu da unutmamak gerekiyor.
Belki de Live Aid gibi bir konseri bir daha asla göremeyeceğiz ama canlı müziğin ruhu ve büyüsü tıpkı hayat gibi sürekli değişmekte olan bir etmen ve ben hala bunun bir parçası olma arzumuzun hala içimizde bir yerde yaşadığına inanıyorum…
MÜŞRA DEMİR
*Bu yazı TRIP Dergi’de yer almıştır.