Burada gerçekten bayıldığım, içinde olmayı deli gibi istediğim, benim gözümde kült seviyesinde olan fotoğraf çekimlerini paylaşıyorum aynı zamanda, biliyorsunuz. Ama bu fotoğraf çekimine karşı duyduğum tutku öyle böyle değil. Bunun tanımı sadece o karenin içinde olmayı istemek olamaz, olmamalı. Karelere baktıkça da aynı zamanda hissetmek? Evet, belki.
En sevdiğim fotoğrafçılardan Michael Sanders‘ın Dutch Magazine‘in Ekim 2000 sayısı için çektiği Cruising adlı bu kareler (ya da hikaye) gözümde fotoğrafçının en iyi işlerinden. Vincent Gallo‘ya karşı olan durdurulamaz sevgimin tadına zaten Dev bir polaroid karesi: Buffalo ’66 yazımdan da bakmış olabilirsiniz. Bakmadıysanız, evet bakın. (fangirl mode activated). Kendisi aynı zamanda oldukça başarılı bir model. (Ah o YSL modeli olduğu dönemler…) Özgür ruh dediğimiz şeyi sonuna kadar size hissettirebilen bir insan.
Karen Elson deseniz kızıl sevgimin etkisiyle eskiden beğendiğim, sonra nefret etme kararı aldığım (ehehehuheue neden acaba?), 2000’lerdeki modellik işlerini çok sevdiğim, keşke 5 yıl önce bulaştığı Drakula’nın Gelini imajını sıyırıp atarak yine o masum görünümlü ama oldukça cüretkar olduğu ruh haline dönebilse dediğim bir isim. Dolayısıyla güzelliğinin doruğunda olduğu bu karelerde hem çok beğendim hem de gerçekten Vincent’in yanına ve bu hikayeye çok yakıştırdım.
Sytling ise ayrı bayıldığım nokta. Slip dress’ ler, Prada‘lar, Gucci‘ler, kaliteli deriler havalarda uçuşuyor ama ben finaldeki ten rengi Alessandro Dell’Acqua elbiseyi bayağı bir, bayağı bayağı sevdim.
Bir de üstüne daha yaza girilmediği belli olan Bahar ayları, hafif bir rüzgar, ön cama vuran güneş, konumu belirsiz bir motel, hafif kumaşlar, saçılan paralar, muhtemelen arkada çalan bir Led Zeppelin parçası (hayır The Doors değil çünkü bu depresif bir yolculuk değil) ve sonsuz bir yol…
O zaman, durmadan sonsuza dek yol almaya!…