- Bu yazı 28 Haziran 2017 tarihinde Rave Mag’de yayınlanmıştır.
Bir grubun doğru yolda ilerlediği nasıl belirlenir? Albüm satışlarıyla mı? Konser biletlerinin nasıl hızla tükenebildiğiyle mi? Yoksa ne kadar hızlı ürettikleriyle ilgili mi? Benim için durum; özlerinden bir şey kaybetmeden her albümde yeniden kabuk değiştirebilmeleri; “değişim”i olduğu gibi yeniden yorumlayabilmeleriyle alakalı. Cage The Elephant da tam olarak böyle bir grup…
Aynı yerde büyüyen Matt Shultz, kardeşi Brad Shultz, Daniel Tichenor ve Jared Champion‘ın 2006’da kurduğu grubun isim hikayesi ise hayli ilginç: “2006 yılında Knoxville, Tennessee’deki bir konser sonrası dışarıda takılıyorduk. Sonrasında dazlak ve uzun keçi sakallı bir adam gördük, kendi kendisine konuşuyordu. Bazı sağlık problemleri olduğu belliydi. Adam birden bire bize uzandı. Herkes arabaya atlayıp kapıları kapadı, bir tek ben giremedim. Arabanın dışında kalmıştım. Adamın beni bıçaklayacağından emindim ama adam bunun yerine gelip beni kucakladı. Tüm bu süre boyunca bana tek dediği şey “fili kafesle, fili kafesle…” idi. Tüm bu olanlardan sonra, ‘Pekala, grubun adı bu olsun’ dedim. “
Deneyimlerine bu kadar önem veren ve bunu ürettiklerine de yansıtmaktan çekinmeyen grup, birbirinden başarılı parçalar yapsa da asıl ününü kulaktan kulağa yayılan; yeni başlamış bir grup için fazlasıyla “iyi” olan canlı performanslarıyla yaptı. Bunda tepelere tırmanma ve stage dive yapma konusunda 90’lı yılların yıldızlarını aratmayan cesarete sahip solist Matt Shultz‘ın da payı büyük. Chicago konserlerinde yaptığı stage dive ile en iyiler listesinde kendisine yer bulan Shultz, “uzun atlamaları” konusunda şöyle diyor; “Sahneden atlamak her konserde yerine getirmem gereken bir görev değil. Başladıktan bir süre sonra sahnedeki negatif enerji rahatsız etmeye başlıyor ve sahneden seyircilere atlayarak bu enerjiyi hafifletmeye çalışıyorum. Asıl doğal olmayan şey, bir grup insandan daha yüksek bir platformun üzerinde durup şarkınızı söylemek. Böylece negatif enerjimi rahatça üzerimden atabiliyorum. Artık her zaman yapmıyorum ama bu benim için oldukça rahatlatıcı bir şey.”
Kuşkusuz grup için bir diğer çok rahatlatıcı olan şey; kendi adlarını taşıyan ilk albümleri ile global çapta başarı elde etmeleriydi. Özellikle albümden çıkan “In One Ear” ve “Ain’t No Rest For The Wicked” kısa sürede hit’e dönüşmüştü bile. Çıkar çıkmaz dönemin popüler video oyunlarından filmlerine; kendisine soundtrack olarak pek çok alanda yer bulan “Ain’t No Rest For The Wicked”; Shultz’ın aynı zamanda yasadışı madde ticareti yapan o dönemdeki asistanından ilhamla yazılmış. Shultz neden hala bu işi yaptığını söylediğinde aldığı cevap şarkının da ilhamı olmuş.
Müzik tarihinde hemen hemen her oduncu gömleği giyen ve sarı uzun saçlarıyla gezene yapıldığı gibi; Matt Shultz’a da “Kurt Cobain’e özenme” yakıştırması yapılsa da (kaldı ki şimdilerde ise giyim tarzı ve vokal tekniği nedeniyle Jack White’a benzetiliyor), 2011’de çıkan ve ilk albümün ruhunu daha sert bir şekilde devam ettiren “Thank You, Happy Birthday“albümü grubun değişim çanlarının da yavaştan duyulmasını sağladı. “Shake Me Down” dışında elle tutulur bir hit çıkaramasa da; albümün bir diğer parçası “Sabertooth Tiger“, zamanla gerçek bir konser marşına dönüştü.
Konserleriyle bu kadar ünlenmiş olan bir grup tabii ki canlı performanslarından oluşan bir albüm ve DVD çıkarmasa olmazdı. 2012 yılının başlarında çıkan “Live from the Vic in Chicago“, tüm biletleri kısa sürede tükenen ve iki gece üst üste çıktıkları Chicago konserlerinden oluşuyordu.
2013 yılında çıkardıkları 3. albümleri “Melophobia” ile yeni bir sound ve yeni bir perde açtılar kariyerlerinde. The Kills‘in Alison Mosshart‘ı ile düet yaptıkları “It’s Just Froever“, “Cigarette Daydreams“gibi hayranlar tarafından zamanla benimsenen parçalar bir yana; “Come A Little Closer” kısa sürede bir modern rock radyo hit’ine dönüştü. Bu albüme kadar “Garage müzik yapan herhangi bir grup” gibi tınlarken artık hayranlarının deyimiyle kendilerine ait bir sound kazandılar. 60’lar ve 70’ler sound’una daha yakın duran grup, bu sırada elemanlarında da değişimlere gitti. “Melophobia” albümünde neredeyse tüm övgüyü toplayan isim olan gitarist Lincoln Parish gruptan ayrılma kararı aldı. Maalesef yenilik denen şey kayıplar olmadan olmuyor değil mi?
2015 yılının sonlarına doğru çıkardıkları “Tell Me I’m Pretty” albümleri ise şimdiden modern klasik denebilecek seviyede. The Black Keys‘ten Dan Auerbach‘ın prodüktörlüğünü üstlendiği albüm, kısa sürede listelerin tepesine oturmakla kalmadı; bu yıl “En İyi Rock Albümü” dalında Grammy de aldı. Hem dinleyicilerin hem de eleştirmenlerin kucakladığı bu albüm ile grup sadece sound olarak değil, estetik algılarında da farklı sulara yelken açtılar.
Konser sırasında ön sıralarda görüp aşık olduğu Fransız model Juliette Buchs ile evlenen Matt Shultz evliliğini bir radyo programında şöyle açıklıyordu: “Ben Amerikalıyım o ise Fransız. Onda Avrupa gözü denen şeyden var ve beni de bu yönde değiştirmeye başlıyor.” Grubun, özellikle de solistin giderek Mick Jagger’a evrilen stili belki de bu “göz”le açıklanabilir, kim bilir?
Tabii ki bu kadar fiyakalı bir albüm olması, onu diğerlerinden daha az kişisel kılmıyor. Yönetmenliğini de yaptığı klibiyle daha da çok sevilen “Cold Cold Cold” parçası Matt Shultz için bayağı derin anlamlar taşıyor.
“ Cold Cold Cold hayatım boyunca taşımak zorunda olduğum bir hisle ilgili; bir tür mahkumiyet hissi. Hatırladığım kadarıyla, yıllar boyunca kafamda kurduğum bu üzücü hayatın resmini taşıdım. Ben 10 yaşındayken bir tür kar fırtınası olmuştu. Montumu giydim, karlar içinde yürüdüm ve kayboluyormuşum gibi hissetmeye çalıştım. Çok melankoliktim. Buzdan bir heykele dönüştüğümü hayal ediyordum. Sonrasında babam beni bulup tuttu: ‘Ne yapıyorsun, dışarısı buz tutmuş durumda, arabaya bin!’
Ben 12 yaşındayken tanıdığım bir kız çocuğu öldürülmüştü. Küçük kardeşim Jeremy’nin kız arkadaşıydı. Tüm gün oyun oynayıp evlere dağılmıştık. Sonrasında ise rehin alındığını öğrendik. Hepimiz için travmatik bir hatıraydı bu. Mesela bunu da “Sweet Little Jean” şarkımızda kullandım.
Bazen derin bir melankoli hissi geldiğinde kaçırılmışsınız gibi hissedersiniz. Bu yüzden evin her yerinde onu aradığımı hayal ettim ama tek bulabildiğim göz yaşlarından yapılmış yollardı.
Şarkılarımda bunlardan ilham alıyorum.”
Belki de onları bu denli özel kılıp kısa sürede bu kadar ilgi görmelerini sağlayan şey; tıpkı hüzünlü ve sonsuz bir melankolide olmasına rağmen sürekli bir arayış içinde olan Stephen King kitaplarındaki çocukları andırmaları. Sarkastik ve hüzünlü, ancak asla bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji içindeki arayış…
Şimdiye dek punk tınılardan retro sularına kadar geniş bir yelpazede yüzen grup; bu yaz ise “Unpeeled” adında bir akustik albüm çıkarma hazırlığında. Uzun süredir verdikleri akustik konserlerden en iyilerinin toplandığı albüm; gitarist Brad Shultz‘ın deyimiyle şimdiye dek dinlediğimiz şarkılarının “daha şeffaf ve daha dürüst bir versiyonu” olacak.
Cage The Elephant‘ı dönemi için bu kadar özel ve takip edilebilir kılan, Rock n’ Roll’un hala ölmediğini sadece lafta değil yaptıklarıyla da savunabilmeleri. ” Rock N’ Roll’un tek bir dönem ya da enstrüman ile sınırlanabileceğini sanmıyorum. Bu daha çok iyi bir şarkı sözü yazarak yakalayabileceğiniz bir enerji, bir özgürlük…” diyor Matt Shultz. Tüm bu öğeler birleşince, bu yaz çıkacak olan akustik albümleri “Unpeeled” ve muhtemelen bunu takip edecek olan sıradaki stüdyo albümlerini merak etmemek elde değil…